Agemder Aylık Konferanslar Dizisinde 2016’nın Son Konuşmacısı Olarak 28 Şubat Sürecinde “İrticai Faliyet” nedeniyle Askeriyeden İhraç Edilen Emekli Albay Sayın M. Yavuz AY oldu. 12 Eylü'den 15 Temmuz'a Darbeler ve Eksenini Arayan Türkiye" Başlığı altında sunumunu gerçekleştiren M.Yavuz AY, Ordu’daki Darbeci Geleneğin Yeni bir durum olmadığını, İttihat Terakki ile Başlayan bu geleneğin mensuplarının sadece Üniformalılardan meydana gelmediğini, Kimi Zaman Sermaye, Kimi zaman Medya, Kimi zaman ise Din Adamları Kisvesinde, Kimi Zaman İse Üniformalılar şeklinde veya Hepsi birlikte olarak, karşımıza çıkıp darbeyi gerçekleştirmeye çalıştıklarını belirtti.. Yavuz AY, Ordu’nun Peygamber Ocağı olmadığını, uygulamaları ile İnançlı insanların ibadet haklarını engellediğini bizzat yaşayarak tecrübe ettiğini belirtti. Darbelerin toplumda en etkili olanının 28 Şubat olduğunun altını çizerek şöyle konuştu: “bugüne değin yapılan darbelerin bileşenlerini ihtiva eden, Anadolu’yu ve Anadolu Milleti’ni yok etmeyi göze almış, “Topyekûn Bir Saldırı”ydı. 1000 yıllık Anadolu toprakları ve Anadolu insanının kaderi üzerinde zar attılar. O kadar azgınlaşmışlardı ki kendilerinde tanrısal güç olduğuna inandılar. Nasılsa bu halkı canları ne zaman isterse evire çevire benzetiyorlardı. Batı Çalışma Gurubu ile ülkede fişlenmedik insan bırakmadılar. MGK Genel Sekreteri fiilî başbakandı. Başbakanlık Takip Kurulu, bürokratik bütün kademeleri MGK Genel Sekreterliği adına takipten sorumlu oldu.,” Darbelerin En farklısının ise 15 Temmuz Darbe girişimimin olduğunu söyleyen M.Yavuz AY; Hiçbir darbede Halkın üstüne bizzat Asker tarafından kurşun sıkılmadı, Meclis Bombalanmadı, Cumhurbaşkanı Öldürülmeye Çalışılmadı, 15 Temmuz gerçekleşmiş olsaydı. Ülke bütünlüğüne halel gelecekti ve ülke işgal edilip kaos çıkartılarak, iç savaş vs. şeklinde parçalanacaktı diyerek, “15 Temmuz Darbe kalkışmasın bizzat devletin varlığını hedef aldığını söyledi. Yavuz AY Ayrıca 15 Temmuz Darbe girişimi konusunda şu hususların altını çizerek dinleyiciye seslendi: “15 Temmuz Darbe kalkışması, geçmiş tüm darbelerin altyapısını kullansa da mahiyeti çok farklıdır. Lejyoner Amerikan Aklı, önceki darbelere üstü örtülü destek verirken, 15 Temmuz için saklanma gereği duymadı. Amerikan istihbaratı (CIA) darbeyi bizzat plânladı. NATO güçleri fiilen darbenin içinde yer aldı. NATO’nun nükleer silâhlarının bulunduğu hava üsleri darbecilerin kontrolündeydi. Darbeye iştirak eden uçaklar buralardan havalandı. Ankara’daki üs aynı zamanda komuta kontrol üssüydü. İncirlik Amerikan üssünden havalanan tanker uçaklar, uçaklara havada yakıt ikmali yaptı. Önceki darbelerde provokasyonlar (Çorum, Maraş, Sivas, sağ-sol çatışmaları v.b.) olsa da hiçbir zaman halkın üzerine ateş açılmadı, devletin en hassas kurumları bombalanmadı. İslâm ve Müslümanlığın batılı değerler adına bastırılması, kamudan silinmesi ya da çizgi dışı cunta hareketlerinin etkisizleştirilmesi eski darbelerin amacı iken, 15 Temmuz Darbe kalkışması bizzat devletin varlığını hedef almıştır. Siyonist Hıristiyanlığın afyonlanmış lejyonerleri tarihimizin en kanlı eylemlerini yaptılar. Yüzlerce general, binlerce subay-astsubay, özel harekâtçı, komando; tank, top, ZPT, uçak, helikopterle. En ince ayrıntısına kadar plânlanmış Anadolu coğrafyasını lime lime edecek, halkımızı çevremizdeki ateş çemberinin içine düşmüş zavallı kalabalıklara çevirecek ihanet operasyonu. Ama başaramadılar. Allah’ın yardımıyla Recep Tayyip Erdoğan’ın liderlik vasfı ve halkı sokaklara çıkmaya ikna etme gücü, Anadolu insanının korkusuzca sokaklara akışı, darbeyi/ darbecileri yerle bir etti. Ordu içinde darbeye direnen güçler, özel harekâtçı polisler de tarihî bir görev icra ettiler. 15 Temmuz gecesi, Allah’ın ince plânıyla Müslüman Anadolu insanı yüzyıla yakın bir süredir elinden alınan devletin kurtuluşunu sağlamıştır. 16 Temmuz, Yeni Türkiye’nin başlangıcıdır. Halkımızın vesayet odaklarına borcu yoktur. Anadolu Milleti, kaderini kendi eline almış, devletin yeniden ihya, ıslah ve yapılandırma icazetine sahip olmuştur. Savaş meydanlarında kanını döken ama masada kaybeden olmamalıyız artık… Bütün renklerimizle yüzyıllık kuşatmayı yarmak zorundayız” Eksenimiz üzerinde de duran Konuşmacı Eksen konusunda ise kısaca şunlara değindi: ” Allah’ın mülkünde yaşıyoruz, kalıcı değiliz. Allah’ın rızasına uygun eksen varoluşumuzda bize verilmişti. Aklımıza, gönlümüze hitap eden yüce Yaratıcımızın evrensel mesajı eksenimizi belirliyor. Bizim eksenimizi Merhamet Medeniyeti kuşatır. Bizim eksenimiz ölü sevici değildir. Batı Medeniyeti maddi üstünlüğü ile İslam’ı ve Müslümanları yok etmek için verdiği acımasız savaşta kendi sonunu hazırladığını görecektir. Müslümanlar olarak kendimize gelmeli, yine dünyanın vicdanı olmalıyız. İnsan olmak zordur, Müslüman olmak daha zordur. Ne ki zor olan güzeldir. Uzun bir konuşmanın ardından Soru – Cevap kısmına geçilerek konferans sona erdi M. Yavuz AY’ın Konuşmasının Tam Metnini Aşağıda ilgnize Sunuyoruz: 12 EYLÜL’DEN 15 TEMMUZ’A DARBELER VE EKSENİNİ ARAYAN TÜRKİYE MEHMET YAVUZ AY Ağustos 1977 Kara Harp Okulu / Ankara / Ayrı Bir Gezegen Gençlik yıllarımın başında, Ankara’nın bir köşesinden , hiç bilmediğim bir başka köşesine gelmiştim. Sonradan “Merkez Site” olduğunu öğreneceğim devasa binanın iç avlusuna götürüldük. “Kısım” denen sınıflarda oturduk. Gökyüzü, dikdörtgen avluda sersemlemiş beynime maviliğini gönderiyordu. İlk hapis duygusunu hissedişim boşuna değilmiş. Buraya harbiye öğrencileri “Sağmalcılar” dermiş. Sınavı kazanmış, okumaya, subay olmaya gelmiştik … Binadan çıkarsanız öğrencilik hakkını kaybedersiniz diyorlar. Dokuz gün avluda volta atarak, dikdörtgen gökyüzünü seyrederek bekledik. Bir gün ses patlamalarıyla yankılanan avluya geniş giriş kapısından, eğitim elbiseli, silahlı teçhizatlı harbiye bölükleri giriyordu, marşlar söyleyerek. Üst sınıflar eğitim kampından dönüyorlarmış. Milliyetçi bir Anadolu çocuğu olarak tuhaf, kırık, sersem dolaşırken; içimden bir ses “Nerdeyim ben?” diye bağırıyor. Sorunum içimi acıtıyor : Namaz kılamamak. Yüzlerce odanın içinde namaz kılacak bir yer yok. Eğitim elbisesi, silâh ve teçhizat dağıtıyorlar. Temel eğitim alıştırmaları (yanaşık düzen eğitimi) ardından eğitim kampına İzmir Menteş’e götürüyorlar. Ramazan geliyor. Gizli saklı ağaçların arasında kılmaya çalıştığımız “Namaz Sorunumuza”, bir de ”Oruç Sorunumuz” ekleniyor. Halkın peygamber ocağı diye baktığı Ordu’nun subay mektebinde dine dair bir alâmet yok. Ramazan’ın burada kıymet-i harbiyesi yok. Askerlik yemini öncesi ilk kampımızda, büyük bir utanç, derin bir hüzünle ancak hafta sonları , gizli saklı, ekmek torbamızdaki kuru ekmek, kantinden aldığımız kek, çikolata benzeri şeyler ve mataramızdaki su ile oruç tutabiliyoruz… Sahur mekânımız, üst sınıfların bir zeytin ağacı gurubunun iç zeminini tesviye ederek branda yerleştirdikleri gizli namazgâhımız. Ay bütün ışıklarını salıp, gökyüzü lambamız ışıksız namazgâhımızı aydınlatırken “Yalnız değilsiniz “ diyor sanki. Sivrisinekler büyük bir iştahla ellerimize ayaklarımıza yüzlerimize saldırıyor… Anadolu’nun çeşitli yerlerinden sivil lise kaynaklı gelen çoğu kavruk gençlerle, askerî liselerden gelenler arasındaki farklar o denli çok ve yoğun… Sivil kaynaktan gelenlere “Kayd-ı Kabak” diyorlar arsız bir keyifle. İçlerinde çok temiz arkadaşlar bulunsa da azınlıktalar. Çoğu sigara içiyor. İçki, kadın-kız, argo, belden aşağı konuşmalar kısa hayatlarının ayrılmaz parçası olmuş. Onlar da Anadolu çocukları idiler, ne yazık devşirilmişler. Eğitim kampları, askerî okullar, kışlaların ruh dünyamızla, medeniyetimizle, kültürel kodlarımızla (Özellikle Adab-ı Muaşeret kuralları), milletin ortak ülküleriyle ne yazık ki bağları, bağlılıkları çok zayıflamış. İkinci kamp dönemi Ramazan’dan yaklaşık on gün önce, oruç tutmak isteyenlerin isimlerini yazdırmasını istediler. Bizim devrenin yarıya yakını isim yazdırmıştı. Komuta kademesi bundan hiç hoşlanmamış olacak ki, çok ağır bir eğitim süreci başlattılar. Ramazan’a birkaç gün kala “Hâlâ oruç tutmak isteyen var mı?” diye sordular. Dört yüzü aşkın oruç tutmak isteyen Harbiyeliden geriye seksen civarında kişi kalmıştık. “Bu kadar az kişi için yemek çıkmaz, oruç tutmayacaksınız, vazife ibadetten önce gelir “ dediler. Ülkücü bir Anadolu çocuğu olarak Din- Devlet- Ordu- Vatan- Millet kavramlarına ilişkin çok şey bilmesem de kampta karşılaştığım muameleler, hissettiklerim kalbimi beynimi alabora etmişti : Burası neresiydi, apayrı bir gezegen miydi? Ramazan gelince, devşirilememiş Anadolu çocuğu seksen Harbiyeli, sahursuz oruç tutmaya başladık. Komuta kademesi, en ağır eğitimleri yaptırmaya başlamıştı. Nöbetçi subayların en önemli işi, sahur vakti öğrenci avlamaya çıkmaktı. Yemekhane kameriyelerinde ışık yakıp, kuru ekmekle de olsa sahur yemeği yemek yasaktı. Aksini yapan olursa oda hapsi ile cezalandırılıyordu. Ama yılmadık. Gizli namazgâhımızda gizli sahurlar yaparak oruç tutmaya devam ettik. Subayların kimileri oruçlu olduğunu tespit ettikleri öğrencilere zorla su içiriyorlar, denize girmek istemeyen oruçlulara hakaret ederek, “Denize marş marş” komutu veriyorlardı. Komuta kademesi bununla da yetinmeyip en ağır en yoğun tatbikatları Ramazan ayına plânlamışlardı. Denizden karaya yapılan çıkarmalar dahil. Sabah 07.00’de başlayan eğitim 18.00 e kadar sürüyor. Sıcaklık gölgede 45 derece. Her gün ikindi güneşi altında beş kilometrelik teçhizatlı koşu yaptırıyorlar. Allah’tan yardım dileyerek direniyoruz. Bir taarruz tatbikatının bitiminde hedef bölgesindeyiz. Üzerimizden ter fışkırıyor. Bitkin vaziyette oturuyoruz. Oruç tutmayanlar suya saldırıyorlar. Bir kısmı kusuyor. Oruçlu bir avuç arkadaş kenarda oturuyoruz. Üzerime bir esinti geliyor, sıkıntılarımın yorgunluğumun hafiflediğini, orucun beni tuttuğunu hissediyorum. İftar saati yazın uzun günleri dolayısıyla 20.45. Oruç tutmayanlar akşam yemeklerini 19.00 civarında yiyorlar. Soğuyan yemeklerin başında, tevekkülle iftar saatini bekliyoruz. Gece nöbetleri de tuttuğumuzdan dört saatten fazla uyuyamıyoruz. Akşam yemeğinden artanları ayırıyoruz ama ya bozuluyorlar ya da dökülmüş oluyorlar sahur vaktinde… Yukarıdaki anıları, bilinenin aksine Ordu’nun İslâm karşıtlığının 28 Şubat darbesi döneminde bir kısım komuta kademesinin görüşü olmadığının altını çizmek için anlattım. Askerî Okullar ve Kışlalarda Eğitim/ Öğretim Esasları 1. Askeri okullar Kemalist rejimin can damarıdır. Rejimi koruma ve kollama görevi onlara verilmiştir. İç Hizmet Kanunu 35. maddenin kaldırılması darbe girişimlerini önlemeye yetmez. 2. Askerî okullar müfredâtı, temel İslâmî değerlerle uyuşmayı bırakın, seküler ve laik cumhuriyetin Eğitim Bakanlığının plânlama, yönlendirme, gözetim ve denetiminden bile tamamen bağımsızdır. 3. Tevhid-i Tedrisat Kanunu sivil eğitim müesseselerini kuşatırken, askerî okullar tam bir özerklik içerisinde askerî bürokrasinin ideolojik tasarımına maruz kalmıştır. 4. Ülkemizin temel değerlerinden bağımsız ve hatta o değerler karşısındaki asker kafası, Kemalist rejimin doğrularını mutlak doğru kabul ederek inşa edilmiştir. 5. Osmanlı İmparatorluğu gerileme döneminde Harbiye- Mülkiye- Tıbbiye (Diğer bir tasnifle Seyfiye- İlmiye- Kalemiyye) öğrencileri yoğun bir batılılaşma sürecinden geçirilmiştir. Osmanlı Padişahlarının kontrolü kaybettiğini, güvenlik bürokrasisi başta olmak üzere Mülkiye ve Tıbbiye'deki batılılaşmış müntesiplerin sisteme egemen olduklarını görürüz. Her alanda olduğundan daha fazla eğitim alanında batılılaşma yaşanmış; İslâm’ı esas alan inanç biçimi, yerli ve millî normatif değerler, bırakınız muhafaza edilmeyi, geri kalmışlığın ana nedeni sayılmış, suçlu ilân edilmiştir. 6. Osmanlı eğitim sisteminde batılılaşma askeri okullar eliyle olmuştur. 7. Cumhuriyeti kuran kadrolar Batı'nın tüm değerlerine teslim olmuş Osmanlı askerî kadrolarıdır. 8. Son dönem Osmanlı bürokrasisi ile Cumhuriyeti kuran kadrolar, geri kalma nedenimizin İslâm'dan kaynaklandığında hemfikirdir. 9. Kemalizm, İslâm'ı hayatın her alanından silebilmek için tepeden inmeci baskılarla hilâfeti kaldırmış, alfabeyi, kılık kıyafeti değiştirmiş, İslâm’ı Anayasa’dan çıkararak laik devlet yapılanmasının gölgesinde seküler bir eğitim seferberliği başlatmıştır. Yeni alfabe ile okuma /yazmanın kolaylaşacağını, cahilliğin biteceğini iddia etmelerine karşın on yıllık süreçte okuma yazma oranı ancak % 9 arttırılabilmiştir. 10. Cumhuriyeti kuran asker kadrolar, sivilleri Osmanlı'da olduğu gibi "Başıbozuk" nitelemesine tâbî tutmuştur. Sivillere güvenilmez. Ülkenin esas sahibi askerlerdir. Ülke askerlerin ganimetidir. Her Harbiyeli geleceğin kudretli generali, cumhurbaşkanıdır. 11. Suçlu ilan edilen İslâm'dan, yerli ve millî diğer değerlerden mutlak anlamda soyutlanmış askerî okul ortamlarında genç çocukların zihinleri ideolojik halaskârlar olarak keskinleştirilir. 12. Hiçbir subay- astsubay- askeri öğrenci korkmadan camii ya da mescide gidemez, oruç tutamaz. Diğer dini vecibelerini yerine getiremez. Eşlerinin tesettürlü olmaya hakları yoktur. Askerî öğrenciler akademik kadrolardan ziyade, bu formattaki komuta kademelerinin kuşatması altındadır. 13. Eşi başörtülü general göremezsiniz. Babasının sakalını kestiren generaller vardır. Öyle bir korku imparatorluğu kurulmuştur ki generaller bile sistemin kırmızı çizgilerinin dışında görünmekten korkmaktadırlar. 14. Namaz, oruç, tesettür alay ve yasak konusu iken; içki içmemek, dans etmemek ayıptır. Personel (öğrenciler bile) içki, kadın, eğlenceye yönlendirilir. 15. Yukarıdaki yapı, bir kısım generallerin değil askeri bürokrasinin resmî görüşüdür. Sağduyulu kimi personel olsa da onların özgül ağırlığı yoktur. 16. “Peygamber Ocağı” dense bile - generaller şiddetle karşı çıkarlar ki doğrudur- Batılı değerlerin ideolojik fikirlerini, insana ve yaratıcıya bakışını içselleştirmiş ve buna uygun hayat tarzını benimsemiş bir orduya peygamber ocağı nasıl denilebilir? 17. Ne garip bir tecellidir ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun güçlü dönemlerinde Hıristiyan tebanın çocukları devşirilirken; Emperyalist Batı’ya karşı istiklal mücadelesi vererek ülkeyi kurtardıklarını iddia eden Batı’nın gönüllü uşaklığını yapan sivil/asker kadrolar, Anadolu insanının çocuklarını Batı adına devşirmeye başlamışlardı. Askerî okullar, kışlalar, lojmanlar, orduevleri arasında toplumdan soyutlanan devşirilmiş bu kadrolar, kendi milletine ve değerlerine karşı darbe üstüne darbe yapmayı görev telakki etmişlerdir. Darbeler ve Darbe Anayasaları 1924, 1961 ve 1982 anayasaları darbelerin ardından, darbeci asker ve sivillerin gözetiminde, halktan ve değerlerimizden kopuk kadrolara yaptırıldı. Osmanlı darbecilerinin sadrazam, vezir, şeyhülislâm kellesi alma alışkanlığı, Cumhuriyet darbecilerine 27 Mayıs 1960 darbesinde düzmece ve güdümlü bir mahkeme kurarak başbakan ve bakanları asmak için ilham vermiş olmalı… Darbe sonrası binlerce general, subay ve astsubay tasfiye edildi. Askerî vesayet sisteminin egemenlik alanını daha da genişletme operasyonu, 1961 Anayasası’nda Millî Güvenlik Kurulu (MGK) ve Askerî Yargıtay’ın ihdasını sağlamıştır. 12 Mart 1971 Muhtırası, ordu içinde çizgi dışı cunta hareketinin tasfiyesi ve hükümet değişikliği ile sonuçlanır. 12 Eylül 1980 Darbesinin cuntacı paşaları yazdırdıkları anayasalara bile ihtiyatla yaklaşmışlar, “Anayasa komisyonu” kurarak düzeltmelerde bulunurlar. 1982 Anayasası’na son şeklini veren Millî Güvenlik Konseyi Anayasa Komisyonu bunun tipik bir örneğidir. 1982 Anayasası (7 Kasım 1982) asker egemenliğini o denli koyulaştırmıştır ki geniş kitlelerin kişilik haklarının, inanç, örgütlenme ve kamuda görünür olma özgürlüğünün üzerinden silindir gibi geçmiştir. Askerî vesayet sistemi için yeni dokunulmazlık alanları ihdas edilir : Yüksek Askerî Şura (YAŞ), YÖK, DGM ve Askerî Yüksek İdare Mahkemesi (AYİM) gibi. Dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur AYİM’le ilgili gerekçeyi şöyle ifade ediyordu : “YAŞ’ta alınan kararları Danıştay bozuyordu. Bunun önüne geçmek için AYİM’in kurulmasına karar verdik”. Orgenerallerin mutlak saltanatı için 1982 Anayasası 125. madde ile “ Yüksek Askerî Şura kararları yargı denetimi dışında” tutulur. Söz konusu madde 12 Eylül 2010 referandumu ile kaldırılabildi. Her darbe bir sonraki darbenin altyapısını oluşturur. Yeni cuntacı, darbeci ekip hazırlanır. Tıpkı bir bayrak yarışı gibi…Türkiye adeta yarı açık bir cezaevi olmasına rağmen vesayetçi sistemin balans ayarları bitmez. Darbe histerisi yalnız askerleri kaplamaz. İşadamları, medya, bürokrasi, darbeden beslenen siyasî partiler, birtakım dalkavuklar, kifayetsiz muhterisler generalleri kışkırtırlar, kullanırlar. Osmanlı’da askerleri isyan için kışkırtanlar, kendi çıkarlarından hiç bahsetmezler. “Din elden gidiyor! Vatan elden gidiyor!” diye ortaya çıkarlar. Bugünün darbecilerini kışkırtanlar da çıkarlarından bahsetmeden “Laiklik elden gidiyor” teranesini haykırırlar. Darbelerin değerler maliyeti hesaplanamayacak kadar büyükken, ülkeye dayattığı ekonomik kayıplar korkunçtur. Millet fakirleşirken, ülkemiz onlarca yıl geriye giderken, bir avuç darbeci elitin kasaları ve göbekleri büyür. 28 Şubat 1997 Darbesi, bugüne değin yapılan darbelerin bileşenlerini ihtiva eden, Anadolu’yu ve Anadolu Milleti’ni yok etmeyi göze almış, “Topyekûn Bir Saldırı”ydı. 1000 yıllık Anadolu toprakları ve Anadolu insanının kaderi üzerinde zar attılar. O kadar azgınlaşmışlardı ki kendilerinde tanrısal güç olduğuna inandılar. Nasılsa bu halkı canları ne zaman isterse evire çevire benzetiyorlardı. Batı Çalışma Gurubu ile ülkede fişlenmedik insan bırakmadılar. MGK Genel Sekreteri fiilî başbakandı. Başbakanlık Takip Kurulu, bürokratik bütün kademeleri MGK Genel Sekreterliği adına takipten sorumlu oldu. Genelkurmay Başkanı’ndan randevu aldığı için sevincinden bomba patlatan başbakan gördük. Devlet, yeraltı unsurlarıyla yerine göre öz-üvey evlat demeden çocuklarını kutsal cinayetlere(?!) kurban etti. Yetmedi. Bunca acı, gözyaşı, işkence, tasfiye, suikast, fişleme, zehirleme… Nelere şahit olmadık ki. Fadimeler, Kalkancılar… Hepsi, yeni bir darbe için şartların olgunlaştırılmasının parçalarıydı. TÜSİAD’ın beyaz adamları, medyanın patronları ve sahibinin sesi gazetecileri, özgürlükçü sendikaların ağaları, borsalar- odalar düzeninin baş haramileri, brifing hakimleri, inanç düşmanı rektörleri el ele darbe çığlıkları ile doldurdular gök kubbeyi. Generallerine koştular, kılıç olup, balyoz olup insinler halkın tepesine diye. Hepsi yurtseverdi, çıkar peşinde değillerdi. “Laiklik elden gitmesin, ülke ortaçağın karanlıklarına gömülmesin” diye idi çığlıkları. Ve geldi darbe. 28 Şubat 1997 darbesi Osmanlıdan günümüze isyan, darbe, muhtıra, Özel Harp, MGK operasyonları ne varsa hepsinin alaşımı gibi. 1984-2010 yılları arasında hukuk dışı yöntemlerle binlerce subay/astsubay askerî vesayet sisteminin elemanları tarafından önce fişlenmiş, İttihad ve Terakki döneminde olduğu gibi ”sizden-bizden” ayrımına tâbi tutulmuş, ardından Yüksek Askerî Şura (YAŞ) kararlarıyla ordudan uzaklaştırılmıştır. Tevhid-i Tedrisat Kanunu Müslüman halkın çocukları üzerinde kılıç gibi sallanırken, askerî okulları Millî Eğitim Bakanlığı’nın denetim ve gözetiminden uzak tutmaktadırlar. Cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir Millî Eğitim Bakanı değil askerî okulların müfredatını belirlemek, kapısının önünden bile geçememiştir. Bir genelge ile liselere dayatılan ve yakın zamanda ancak kaldırılabilen “Millî Güvenlik Dersi” eğitim üzerindeki askerî vesayetin önemli bir parçası olmuştur. Okul idarecileri, öğretmenler ve başörtülü öğrenciler bu derse giren subaylar tarafından fişlenmiştir. Başörtülü öğrenciler derslere alınmayarak sınıfta kalmaları sağlanmıştır. Öğretmen asker eşleri muhbirliğe yönlendirilmiştir. İç Hizmet Kanunu 35. madde sistemi koruma kollama adına darbelere gerekçe yapılmıştır. Vesayet sisteminin önemli bir ayağı da ekonomidir. Ticaretle uğraşan, banka alıp satan, salça bisküvi üreten bir ordu örneği dünyada yoktur. Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) özel bir kanunla kurulmuş, vergi muafiyetleri ile ülke ekonomisinin %10’unu geçen bir büyüklüğe ulaşmıştır. OYAK’a açılan davalar AYİM’de görülmektedir. OYAK yöneticileri askerî mahkemenin gölgesinde istedikleri gibi çalışmaktadırlar. Savunma bütçesi, şeffaf biçimde hazırlanmaz. Bütçeyi tahsis eden meclis tarafından kontrol edilmez. Savunma bütçesi komuta kademesi tarafından keyfî biçimde kullanılır. Yerli savunma sanayii ve üretim desteklenmez. “Acil” kaydıyla yurtdışı alımlarına gidilir. Nisan 1996 tarihinde dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir, TSK’nin modernizasyonu için 25 yıl içinde 150 milyar dolarlık savunma harcaması plânlandığını sanayici ve üniversitelerin yer aldığı ortak bir platformda ilân etmiştir. Devletin (hükümetin, meclisin) ve ilgili otoritelerin fikrini ve olurunu almadan, bütçe ve ülke imkânlarını gözetmeden; Tank, Helikopter, IHA, Havadan Erken Uyarı, Uçak modernizasyonu için “Tek Kaynaktan” yurt dışı “Hazır Alım” ve “Acil” kaydıyla alıma çıkılması, kaynakları kıt ülkemizin 25 yıllık ekonomik geleceğini tehlikeye attığı gibi, savunma sanayini tamamen dışa bağımlı hale getirmektedir… Askerî bürokrasi, gizliliği hesap vermeye tercih eden bir anlayışa sahiptir. Türkiye’de geçerli hale getirilen siyasal ve hukukî sistem içerisinde, TSK. lerini yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin denetleme yetkisi yoktur veya göstermeliktir.TSK her türlü maddî, hukuki, siyasî, askerî, kültürel denetimini kendi başına, siyasî gözetim ve denetimden uzak, istediği gibi yapar. Devlet içinde devlet gibidir. TSK ayrıcalıklıdır. Sivil toplum, sivil bürokrasi ve teknokrat kadronun güçsüzlüğü nedeniyle sivilleri küçümser, sivil siyasete kuşkuyla bakar. Sivil siyasî sorumlularla, sorumluluğu olmayan askerler arasında açık ve sağlıklı iletişim kanalları yoktur. Askerler kimseye güvenmezler. Ordunun devlet ve toplum hayatına müdahale duygusunu öne çıkaran diğer bir etken de, kendisine karşı koyacak bir gücün bulunmamasıdır. Askerî vesayet sistemi; halkına, halkının değerlerine düşman bir ideolojik devlet ve ordu tasarımını dayatmıştır. Farklı değer, inanç ve etnik yapıdaki gruplara mensup insanları ulus devlet kalıbına dökme operasyonları “iki yüzlü kimlik gurupları” oluşumuna yol açmıştır. Ülkemiz insanının yaslanabileceği iç dinamikler hızla erimiş, toplum birbirine yabancılaşmış, sosyo-kültürel çözülme ciddî boyutlara ulaşmıştır. Genellikle darbeler ülke ekonomisinin iyileşmeye başladığı dönemlerde yapılagelmiştir. Darbe sonraları ülkemiz büyük ekonomik buhranlarla kavrulmuştur. 1999 ekonomik buhranı ve deprem, 2001 ekonomik buhranı fakiri daha fakir, zengini daha zengin yapmıştır. Orta tabaka erimeye yüz tutmuştur. Cumhuriyet tarihinde belki ilk defa esnaf protesto yürüyüşleri yapmış, başbakana yazar kasa fırlatılmıştır. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Başbakan Bülent Ecevit’e anayasa kitapçığı fırlatmış, ekonomi uçuruma yuvarlanmış, gecelik faiz % 7500 lere fırlamış, döviz TL karşısında iki katı değerlenmiştir. Askerleri darbe yapmaya azmettiren İstanbul Dükalığı, Merkez Bankasının içini boşaltmıştır. Yerli yabancı bankalara, Merkez Bankasının dövizleri yağmalatılmıştır. DSP,MHP,ANAP üçlü koalisyonu erken seçim kararı almak zorunda kalmıştır. Halkımız, 3 Kasım 2002 erken genel seçiminde Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti)’ni % 34.3 oy oranı 363+2 milletvekili ile iktidara getirerek Askerî vesayet sistemine, darbeci ve faizci lobiye tepkisini göstermiştir. Darbeci sistem AK Parti’nin gelişini görmüş olacak ki, Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı, askerî mahkemede laikliğe aykırı şiir okuduğu gerekçesiyle hapse mahkum ettirmiş, milletvekili olmasının önüne geçmiştir. Hapis sonrası yapılan anayasa değişikliği ile milletvekili olabilmiştir. AK Parti’nin erken iktidar yılları, askerî vesayet sisteminin tehdit ve baskıları altında oldukça sancılı geçmiştir: YAŞ kararları, kamuda ve üniversitelerde başörtüsü yasağı, başörtülü eşi olan cumhurbaşkanı adayı, laiklik karşıtlığının odağı olduğu gerekçesiyle AK Parti’ye kapatılma davası açılması, generallerin organize ettiği cumhuriyet mitingleri gibi…Dönemin genelkurmay başkanı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bizzat yüzüne karşı, “Eşi başörtülü cumhurbaşkanı adayı gösterirseniz, Güneydoğu’dan başınıza tabut yağdırırım.” diyebilmiştir. 15 Temmuz Darbe Girişimi Öncesi ve Sonrası Kemalist, laik, heterodoks azınlık üzerinden yürütülen psikolojik savaş ve operasyonel hamleler, Gezi Olayları denen uluslar arası destekli iç savaş denemesiyle zirveye ulaşmış, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere şehirlerimiz yakılıp yıkılmıştır. Bu deneme de Recep Tayyip Erdoğan’ın direnişiyle akamete uğratılmıştır. Karşı cephe hamleleri ile sonuç alınamayınca, stratejik aklın temsilcisi Küresel Merkezî Gücün işareti, taktik temsilci Lejyoner Amerikan Aklının istihbarat eğitimi ve lojistik desteğiyle hazır beklettiği, Müslüman görünümlü Siyonist Hıristiyanlığın güdümündeki mehdici, mesihci, batınî, Fetullahçı Terör Örgütü FETÖ) devreye alındı. Truva Atı örgüt, 7 Şubat 2012 MİT Operasyonuyla ilk darbe girişiminde bulundu. Başbakan Erdoğan’ın önsezisi ile girişim püskürtüldü. Örgüt, savcı-hakim-polis üyeleri eliyle 17- 25 Aralık 2013 yargı darbelerine kalkıştı. Bu darbe girişimleri de kontrol altına alındı. Örgüte ilişkin doğru analizlerin yapılamayıp hassas bütün kurumlara yerleşmelerine izin verilmesi, hükümet ve istihbarat birimleri için ciddi bir zaaftı. En büyük zafiyetin ordu bünyesinde olduğunu görüyoruz. Buradan geriye dönüp 1984-2010 yılları arası irtica gerekçe gösterilerek yapılan subay-astsubay tasfiyesine bakmalıyız. 17-25 Aralık yargı darbeleri kalkışması sonrası, bizzat Erdoğan’ın komuta kademesini ikaz ettiği kamuoyuna yansımıştı. Komuta kademesi kılını bile kıpırdatmamıştı. (Necdet Özel dönemi). Generalliğe yükseltilmiş darbecilerin çoğunlukla harp okulları 1992 ve sonrası mezunu olduklarını göz önüne alırsak, aşağıda listelediğimiz genelkurmay başkanları dönemlerine denk düşer: Necip Torumtay(1987-1990), Doğan Güreş (1990-94), İ.Hakkı Karadayı (1994-98), Hüseyin Kıvrıkoğlu (1998-2002), Hilmi Özkök (2002-2006), Yaşar Büyükanıt (2006-2008), İlker Başbuğ (2008-2010), Işık Koşaner (2010-2011), Necdet Özel (2011-2015). Bu genelkurmay başkanları döneminde ordu bünyesinde yer alan hakiki dindar Müslüman subay-astsubaylar fişleme, sorgu, alay,zulüm, sürgün, sicilleriyle oynama, eşlerinin başlarını zorla açtırma ve sonunda Yüksek Askerî Şura kararlarıyla İslam- dindar Müslüman yerine kullanılan İrtica yaftasıyla ordudan tasfiye edilmişlerdir. Komuta kademesinin dindar subay-astsubaylara yaptıkları teklif şudur : Eşlerinizin başını açtıracaksınız, mesaî saatlerinde namaz kılmayacaksınız, içkili danslı eğlencelere katılacaksınız, dini gerekçe göstererek içki içmemezlik yapmayacaksınız, evlerinizde haremlik-selamlık oturmayacaksınız. Şartlarımızı yerine getirirseniz size şefaat eder, orduda kalmanızı sağlarız. Binlerce subay-astsubay bu baskı ve zulüm döneminde ordudan atılırken, bugün darbe yapanların eşlerinin başlarını açtırdığını, tesettürlü hanımlarla çoğunlukla evlenmediklerini, namaz kılmadıklarını, gerektiğinde içki içtiklerini, oruç tutmadıklarını, Cuma namazına gitmediklerini biliyoruz. Komuta kademeleri, Kemalist subay niteliklerine uygun görünen FETÖ üyelerine farklı bakamazlardı. Onlar, komuta kademesinin belirlediği çizgide idiler. Baskıcı ortamlar, insanları iki yüzlü hale getirir, kişilik kırılmasına uğratır. Gücü eline geçirdiğinde ne yapacağı belli olmaz. Üstelik ipleri başkalarının elinde ise nasıl bir canavara dönebileceklerini 15 Temmuz darbe kalkışmasında gösterdiler. Faşizan Askerî Vesayet Sistemleri tasfiye edilemezse, gözü dönmüş birçok paralel yapılar üremeye devam edecektir. Dinî görünümlü yapıların faşizmi son derece tehlikelidir. 15 Temmuz Darbe kalkışması, geçmiş tüm darbelerin altyapısını kullansa da mahiyeti çok farklıdır. Lejyoner Amerikan Aklı, önceki darbelere üstü örtülü destek verirken, 15 Temmuz için saklanma gereği duymadı. Amerikan istihbaratı (CIA) darbeyi bizzat plânladı. NATO güçleri fiilen darbenin içinde yer aldı. NATO’nun nükleer silâhlarının bulunduğu hava üsleri darbecilerin kontrolündeydi. Darbeye iştirak eden uçaklar buralardan havalandı. Ankara’daki üs aynı zamanda komuta kontrol üssüydü. İncirlik Amerikan üssünden havalanan tanker uçaklar, uçaklara havada yakıt ikmali yaptı. Önceki darbelerde provokasyonlar (Çorum, Maraş, Sivas, sağ-sol çatışmaları v.b.) olsa da hiçbir zaman halkın üzerine ateş açılmadı, devletin en hassas kurumları bombalanmadı. İslâm ve Müslümanlığın batılı değerler adına bastırılması, kamudan silinmesi ya da çizgi dışı cunta hareketlerinin etkisizleştirilmesi eski darbelerin amacı iken, 15 Temmuz Darbe kalkışması bizzat devletin varlığını hedef almıştır. Siyonist Hıristiyanlığın afyonlanmış lejyonerleri tarihimizin en kanlı eylemlerini yaptılar. Yüzlerce general, binlerce subay-astsubay, özel harekâtçı, komando; tank, top, ZPT, uçak, helikopterle. En ince ayrıntısına kadar plânlanmış Anadolu coğrafyasını lime lime edecek, halkımızı çevremizdeki ateş çemberinin içine düşmüş zavallı kalabalıklara çevirecek ihanet operasyonu. Ama başaramadılar. Allah’ın yardımıyla Recep Tayyip Erdoğan’ın liderlik vasfı ve halkı sokaklara çıkmaya ikna etme gücü, Anadolu insanının korkusuzca sokaklara akışı, darbeyi/ darbecileri yerle bir etti. Ordu içinde darbeye direnen güçler, özel harekâtçı polisler de tarihî bir görev icra ettiler. 15 Temmuz gecesi, Allah’ın ince plânıyla Müslüman Anadolu insanı yüzyıla yakın bir süredir elinden alınan devletin kurtuluşunu sağlamıştır. 16 Temmuz, Yeni Türkiye’nin başlangıcıdır. Halkımızın vesayet odaklarına borcu yoktur. Anadolu Milleti, kaderini kendi eline almış, devletin yeniden ihya, ıslah ve yapılandırma icazetine sahip olmuştur. Savaş meydanlarında kanını döken ama masada kaybeden olmamalıyız artık… Bütün renklerimizle yüzyıllık kuşatmayı yarmak zorundayız. Olağanüstü Hal İlânı (OHAL) ile yeniden yapılandırma yolunda olumlu adımlar atılmaya, askerî vesayet sisteminin köhnemiş yapısına neşter vurulmaya başlanmıştır: Kuvvet Komutanlıkları Millî Savunma Bakanlığına bağlandı. MGK’nın yapısı değiştirildi. Yüksek Askeri Şura’nın yapısı değiştirildi. Tayin ve terfiler olması gerektiği gibi hükümetin yetki alanına alındı. Askeri liseler kapatıldı. Darbecilerin yuvası haline gelen harp akademileri kapatıldı. Harp okulları öğrencileri tasfiye edildi. Millî savunma Üniversitesi kurularak harp okulları buraya bağlandı. İmam Hatip liseleri dahil tüm lise mezunlarının harp okulları sınavına girebileceği düzenleme yapıldı. Askerî hastahaneler Sağlık Bakanlığına bağlandı. Jandarma ve sahil güvenlik komutanlıkları İçişleri Bakanlığı’na bağlandı. Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, Askerî Yargıtay kaldırıldı. Yapılacak çok işin arasında darbe anayasasını ortadan kaldırarak, yeni Türkiye’nin herkesi kucaklayacak yeni anayasasını yapmak büyük önemi haizdir. Ordu aslî değerlerimize dönerek, milletimizin hizmetinde olmalı, aziz İslâm’ı irtica olarak görmekten vazgeçmeli, emperyalistlerin emelleri için kullanılan bir araç olmaktan kendini kurtarmalıdır. Darbelerin önüne geçmenin birinci şartı, her an darbe olabileceğini unutmamak; her alanda kalıcı düzenleme yapmak ve güçlü denetim mekanizmaları oluşturmaktır. Ülke yönetimi, barış ve “savaş, askerlere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir”… Eksenini Arayan TÜRKİYE Eksenimiz Osmanlı’nın son dönemlerinde bozulmuş, Batı’nın eline geçmiştir. 3 Kasım 1839 Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Hümayunu), 1856 Islahat Fermanı ile eksenimiz kaymıştır. Varlığını bize düşmanlığa endeksleyen Batı Medeniyetinin devşirmesi olmak bugüne kadar bize ne kazandırdı? Dün Kayıtsız şartsız Batı Eksenini kurtuluş reçetesi olarak görenler, hiç olmazsa bugüne baksınlar. Yüz yıldır Batı Eksenindeyiz ama bize olan amansız düşmanlıkları bitmedi, bitmeyecek. Batılılar kendi değer, standart ve refah unsurlarını kendi dışlarındaki insanlar, topluluklar, milletlerle asla paylaşmazlar. Vermeyi bilmezler hep alırlar. İnsanlığa sunacak bir mesajları kalmamıştır. Maddî medeniyetleri çatırdamaya başlamıştır. Ayrılık ve kaos rüzgarları Batı kıyılarında tsunami etkisi yapacaktır. 400 yıllık Batı Medeniyeti’nin egemenliği, teknolojik kolaylıklar getirmesine karşın insanlığa barış, huzur getirmemiştir. İki dünya savaşı onların yeryüzüne armağanları olmuştur. Allah’ın mülkünde yaşıyoruz, kalıcı değiliz. Allah’ın rızasına uygun eksen varoluşumuzda bize verilmişti. Aklımıza, gönlümüze hitap eden yüce Yaratıcımızın evrensel mesajı eksenimizi belirliyor. Bizim eksenimizi Merhamet Medeniyeti kuşatır. Bizim eksenimiz ölü sevici değildir. Batı Medeniyeti maddi üstünlüğü ile İslam’ı ve Müslümanları yok etmek için verdiği acımasız savaşta kendi sonunu hazırladığını görecektir. Müslümanlar olarak kendimize gelmeli, yine dünyanın vicdanı olmalıyız. İnsan olmak zordur, Müslüman olmak daha zordur. Ne ki zor olan güzeldir. Kurtuluş reçetesi için her yolu deneyen insanımız ve insanlık! Yaratıcının mesajına ne zaman döneceksin? Haydi ilahî mesajda dirilmeye, hakiki eksenine kavuşmaya! 24 Aralık 2016 Şentepe / Ankara MEHMET YAVUZ AY (Özgeçmiş): 1960 Ankara doğumlu. Bütün öğrenim hayatı Ankara’da geçti. 1981 yılında Kara Harp Okulu’ndan mezun oldu. 1978’de başlayan edebiyat ilgisi “Aylık Dergi”nin kuruluşundan itibaren yazmaya dönüştü. Öykü, deneme ve eleştiri yazıları başta Aylık Dergi olmak üzere Mavera, Ayane, İkindi Yazıları, Hece, İstanbul Bir Nokta gibi dergilerde yayımlandı. Yazılarının çoğunda ve kitaplarında Mehmet AY ismini kullandı Çalışma hayatı, darbeci generallerin ağır baskıları altında sürgünlerde geçti. Aralık 1996’da 28 Şubat Darbeci Cuntası’nın Erbakan hükümetine dayatmasıyla Binbaşı iken ordudan atıldı. Özel sektörde çalıştı. Ordudan atılan subay-astsubayların kurduğu ASDER (Adaleti Savunanlar Derneği) bünyesinde aktif görevlerde bulundu. Askerî vesayet sistemi ve darbeler üzerine araştırmalar yaptı. 2011 de çıkan bir kanunla özlük hakları iade edildi. Albay emeklisi oldu. Evli, dört çocuk babası. Eserleri : Yol Yağmur ve Hüzün (Öykü) Bizim Güneydoğu (Araştırma- İnceleme) Türkçe Şiirler Antolojisi ( 9 cilt)
Yavuz AY, Ordu’nun Peygamber Ocağı olmadığını, uygulamaları ile İnançlı insanların ibadet haklarını engellediğini bizzat yaşayarak tecrübe ettiğini belirtti.
Darbelerin toplumda en etkili olanının 28 Şubat olduğunun altını çizerek şöyle konuştu: “bugüne değin yapılan darbelerin bileşenlerini ihtiva eden, Anadolu’yu ve Anadolu Milleti’ni yok etmeyi göze almış, “Topyekûn Bir Saldırı”ydı. 1000 yıllık Anadolu toprakları ve Anadolu insanının kaderi üzerinde zar attılar. O kadar azgınlaşmışlardı ki kendilerinde tanrısal güç olduğuna inandılar. Nasılsa bu halkı canları ne zaman isterse evire çevire benzetiyorlardı. Batı Çalışma Gurubu ile ülkede fişlenmedik insan bırakmadılar. MGK Genel Sekreteri fiilî başbakandı. Başbakanlık Takip Kurulu, bürokratik bütün kademeleri MGK Genel Sekreterliği adına takipten sorumlu oldu.,”
Darbelerin En farklısının ise 15 Temmuz Darbe girişimimin olduğunu söyleyen M.Yavuz AY; Hiçbir darbede Halkın üstüne bizzat Asker tarafından kurşun sıkılmadı, Meclis Bombalanmadı, Cumhurbaşkanı Öldürülmeye Çalışılmadı, 15 Temmuz gerçekleşmiş olsaydı. Ülke bütünlüğüne halel gelecekti ve ülke işgal edilip kaos çıkartılarak, iç savaş vs. şeklinde parçalanacaktı diyerek,
“15 Temmuz Darbe kalkışmasın bizzat devletin varlığını hedef aldığını söyledi.
Yavuz AY Ayrıca 15 Temmuz Darbe girişimi konusunda şu hususların altını çizerek dinleyiciye seslendi: “15 Temmuz Darbe kalkışması, geçmiş tüm darbelerin altyapısını kullansa da mahiyeti çok farklıdır. Lejyoner Amerikan Aklı, önceki darbelere üstü örtülü destek verirken, 15 Temmuz için saklanma gereği duymadı. Amerikan istihbaratı (CIA) darbeyi bizzat plânladı. NATO güçleri fiilen darbenin içinde yer aldı. NATO’nun nükleer silâhlarının bulunduğu hava üsleri darbecilerin kontrolündeydi. Darbeye iştirak eden uçaklar buralardan havalandı. Ankara’daki üs aynı zamanda komuta kontrol üssüydü. İncirlik Amerikan üssünden havalanan tanker uçaklar, uçaklara havada yakıt ikmali yaptı. Önceki darbelerde provokasyonlar (Çorum, Maraş, Sivas, sağ-sol çatışmaları
v.b.) olsa da hiçbir zaman halkın üzerine ateş açılmadı, devletin en hassas kurumları bombalanmadı. İslâm ve Müslümanlığın batılı değerler adına bastırılması, kamudan silinmesi ya da çizgi dışı cunta hareketlerinin etkisizleştirilmesi eski darbelerin amacı iken, 15 Temmuz Darbe kalkışması bizzat devletin varlığını hedef almıştır. Siyonist Hıristiyanlığın afyonlanmış lejyonerleri tarihimizin en kanlı eylemlerini yaptılar. Yüzlerce general, binlerce subay-astsubay, özel harekâtçı, komando; tank, top, ZPT, uçak, helikopterle. En ince ayrıntısına kadar plânlanmış Anadolu coğrafyasını lime lime edecek, halkımızı çevremizdeki ateş çemberinin içine düşmüş zavallı kalabalıklara çevirecek ihanet operasyonu.
Ama başaramadılar. Allah’ın yardımıyla Recep Tayyip Erdoğan’ın liderlik vasfı ve halkı sokaklara çıkmaya ikna etme gücü, Anadolu insanının korkusuzca sokaklara akışı, darbeyi/ darbecileri yerle bir etti. Ordu içinde darbeye direnen güçler, özel harekâtçı polisler de tarihî bir görev icra ettiler.
15 Temmuz gecesi, Allah’ın ince plânıyla Müslüman Anadolu insanı yüzyıla yakın bir süredir elinden alınan devletin kurtuluşunu sağlamıştır. 16 Temmuz, Yeni Türkiye’nin başlangıcıdır. Halkımızın vesayet odaklarına borcu yoktur. Anadolu Milleti, kaderini kendi eline almış, devletin yeniden ihya, ıslah ve yapılandırma icazetine sahip olmuştur.
Savaş meydanlarında kanını döken ama masada kaybeden olmamalıyız artık… Bütün renklerimizle yüzyıllık kuşatmayı yarmak zorundayız”
Eksenimiz üzerinde de duran Konuşmacı Eksen konusunda ise kısaca şunlara değindi:
” Allah’ın mülkünde yaşıyoruz, kalıcı değiliz. Allah’ın rızasına uygun eksen varoluşumuzda bize verilmişti. Aklımıza, gönlümüze hitap eden yüce Yaratıcımızın evrensel mesajı eksenimizi belirliyor.
Bizim eksenimizi Merhamet Medeniyeti kuşatır. Bizim eksenimiz ölü sevici değildir. Batı Medeniyeti maddi üstünlüğü ile İslam’ı ve Müslümanları yok etmek için verdiği acımasız savaşta kendi sonunu hazırladığını görecektir. Müslümanlar olarak kendimize gelmeli, yine dünyanın vicdanı olmalıyız. İnsan olmak zordur, Müslüman olmak daha zordur. Ne ki zor olan güzeldir.
Uzun bir konuşmanın ardından Soru – Cevap kısmına geçilerek konferans sona erdi
M. Yavuz AY’ın Konuşmasının Tam Metnini Aşağıda ilgnize Sunuyoruz:
12 EYLÜL’DEN 15 TEMMUZ’A DARBELER VE EKSENİNİ ARAYAN TÜRKİYE
Ağustos 1977 Kara Harp Okulu / Ankara / Ayrı Bir Gezegen
Gençlik yıllarımın başında, Ankara’nın bir köşesinden , hiç bilmediğim bir başka köşesine gelmiştim. Sonradan “Merkez Site” olduğunu öğreneceğim devasa binanın iç avlusuna götürüldük.
“Kısım” denen sınıflarda oturduk.
Gökyüzü, dikdörtgen avluda sersemlemiş beynime maviliğini gönderiyordu.
İlk hapis duygusunu hissedişim boşuna değilmiş.
Buraya harbiye öğrencileri “Sağmalcılar” dermiş.
Sınavı kazanmış, okumaya, subay olmaya gelmiştik …
Binadan çıkarsanız öğrencilik hakkını kaybedersiniz diyorlar.
Dokuz gün avluda volta atarak, dikdörtgen gökyüzünü seyrederek bekledik.
Bir gün ses patlamalarıyla yankılanan avluya geniş giriş kapısından, eğitim elbiseli, silahlı teçhizatlı harbiye bölükleri giriyordu, marşlar söyleyerek.
Üst sınıflar eğitim kampından dönüyorlarmış.
Milliyetçi bir Anadolu çocuğu olarak tuhaf, kırık, sersem dolaşırken; içimden bir ses “Nerdeyim ben?” diye bağırıyor.
Sorunum içimi acıtıyor : Namaz kılamamak.
Yüzlerce odanın içinde namaz kılacak bir yer yok.
Eğitim elbisesi, silâh ve teçhizat dağıtıyorlar.
Temel eğitim alıştırmaları (yanaşık düzen eğitimi) ardından eğitim kampına İzmir Menteş’e götürüyorlar.
Ramazan geliyor. Gizli saklı ağaçların arasında kılmaya çalıştığımız “Namaz Sorunumuza”, bir de ”Oruç Sorunumuz” ekleniyor.
Halkın peygamber ocağı diye baktığı Ordu’nun subay mektebinde dine dair bir alâmet yok.
Ramazan’ın burada kıymet-i harbiyesi yok.
Askerlik yemini öncesi ilk kampımızda, büyük bir utanç, derin bir hüzünle ancak hafta sonları , gizli saklı, ekmek torbamızdaki kuru ekmek, kantinden aldığımız kek, çikolata benzeri şeyler ve mataramızdaki su ile oruç tutabiliyoruz…
Sahur mekânımız, üst sınıfların bir zeytin ağacı gurubunun iç zeminini tesviye ederek branda yerleştirdikleri gizli namazgâhımız.
Ay bütün ışıklarını salıp, gökyüzü lambamız ışıksız namazgâhımızı aydınlatırken “Yalnız değilsiniz “ diyor sanki. Sivrisinekler büyük bir iştahla ellerimize ayaklarımıza yüzlerimize saldırıyor…
Anadolu’nun çeşitli yerlerinden sivil lise kaynaklı gelen çoğu kavruk gençlerle, askerî liselerden gelenler arasındaki farklar o denli çok ve yoğun… Sivil kaynaktan gelenlere “Kayd-ı Kabak” diyorlar arsız bir keyifle. İçlerinde çok temiz arkadaşlar bulunsa da azınlıktalar. Çoğu sigara içiyor. İçki, kadın-kız, argo, belden aşağı konuşmalar kısa hayatlarının ayrılmaz parçası olmuş. Onlar da Anadolu çocukları idiler, ne yazık devşirilmişler.
Eğitim kampları, askerî okullar, kışlaların ruh dünyamızla, medeniyetimizle, kültürel kodlarımızla (Özellikle Adab-ı Muaşeret kuralları), milletin ortak ülküleriyle ne yazık ki bağları, bağlılıkları çok zayıflamış.
İkinci kamp dönemi Ramazan’dan yaklaşık on gün önce, oruç tutmak isteyenlerin isimlerini yazdırmasını istediler. Bizim devrenin yarıya yakını isim yazdırmıştı. Komuta kademesi bundan hiç hoşlanmamış olacak ki, çok ağır bir eğitim süreci başlattılar. Ramazan’a birkaç gün kala “Hâlâ oruç tutmak isteyen var mı?” diye sordular. Dört yüzü aşkın oruç tutmak isteyen Harbiyeliden geriye seksen civarında kişi kalmıştık. “Bu kadar az kişi için yemek çıkmaz, oruç tutmayacaksınız, vazife ibadetten önce gelir “ dediler.
Ülkücü bir Anadolu çocuğu olarak Din- Devlet- Ordu- Vatan- Millet kavramlarına ilişkin çok şey bilmesem de kampta karşılaştığım muameleler, hissettiklerim kalbimi beynimi alabora etmişti : Burası neresiydi, apayrı bir gezegen miydi?
Ramazan gelince, devşirilememiş Anadolu çocuğu seksen Harbiyeli, sahursuz oruç tutmaya başladık. Komuta kademesi, en ağır eğitimleri yaptırmaya başlamıştı.
Nöbetçi subayların en önemli işi, sahur vakti öğrenci avlamaya çıkmaktı. Yemekhane kameriyelerinde ışık yakıp, kuru ekmekle de olsa sahur yemeği yemek yasaktı. Aksini yapan olursa oda hapsi ile cezalandırılıyordu.
Ama yılmadık. Gizli namazgâhımızda gizli sahurlar yaparak oruç tutmaya devam ettik.
Subayların kimileri oruçlu olduğunu tespit ettikleri öğrencilere zorla su içiriyorlar, denize girmek istemeyen oruçlulara hakaret ederek, “Denize marş marş” komutu veriyorlardı.
Komuta kademesi bununla da yetinmeyip en ağır en yoğun tatbikatları Ramazan ayına plânlamışlardı. Denizden karaya yapılan çıkarmalar dahil.
Sabah 07.00’de başlayan eğitim 18.00 e kadar sürüyor. Sıcaklık gölgede 45 derece.
Her gün ikindi güneşi altında beş kilometrelik teçhizatlı koşu yaptırıyorlar.
Allah’tan yardım dileyerek direniyoruz.
Bir taarruz tatbikatının bitiminde hedef bölgesindeyiz. Üzerimizden ter fışkırıyor. Bitkin vaziyette oturuyoruz. Oruç tutmayanlar suya saldırıyorlar. Bir kısmı kusuyor. Oruçlu bir avuç arkadaş kenarda oturuyoruz. Üzerime bir esinti geliyor, sıkıntılarımın yorgunluğumun hafiflediğini, orucun beni tuttuğunu hissediyorum.
İftar saati yazın uzun günleri dolayısıyla 20.45. Oruç tutmayanlar akşam yemeklerini 19.00 civarında yiyorlar. Soğuyan yemeklerin başında, tevekkülle iftar saatini bekliyoruz. Gece nöbetleri de tuttuğumuzdan dört saatten fazla uyuyamıyoruz. Akşam yemeğinden artanları ayırıyoruz ama ya bozuluyorlar ya da dökülmüş oluyorlar sahur vaktinde…
Yukarıdaki anıları, bilinenin aksine Ordu’nun İslâm karşıtlığının 28 Şubat darbesi döneminde bir kısım komuta kademesinin görüşü olmadığının altını çizmek için anlattım.
Askerî Okullar ve Kışlalarda Eğitim/ Öğretim Esasları
1. Askeri okullar Kemalist rejimin can damarıdır. Rejimi koruma ve kollama görevi onlara verilmiştir. İç Hizmet Kanunu 35. maddenin kaldırılması darbe girişimlerini önlemeye yetmez.
2. Askerî okullar müfredâtı, temel İslâmî değerlerle uyuşmayı bırakın, seküler ve laik cumhuriyetin Eğitim Bakanlığının plânlama, yönlendirme, gözetim ve denetiminden bile tamamen bağımsızdır.
3. Tevhid-i Tedrisat Kanunu sivil eğitim müesseselerini kuşatırken, askerî okullar tam bir özerklik içerisinde askerî bürokrasinin ideolojik tasarımına maruz kalmıştır.
4. Ülkemizin temel değerlerinden bağımsız ve hatta o değerler karşısındaki asker kafası, Kemalist rejimin doğrularını mutlak doğru kabul ederek inşa edilmiştir.
5. Osmanlı İmparatorluğu gerileme döneminde Harbiye- Mülkiye- Tıbbiye (Diğer bir tasnifle Seyfiye- İlmiye- Kalemiyye) öğrencileri yoğun bir batılılaşma sürecinden geçirilmiştir. Osmanlı Padişahlarının kontrolü kaybettiğini, güvenlik bürokrasisi başta olmak üzere Mülkiye ve Tıbbiye'deki batılılaşmış müntesiplerin sisteme egemen olduklarını görürüz. Her alanda olduğundan daha fazla eğitim alanında batılılaşma yaşanmış; İslâm’ı esas alan inanç biçimi, yerli ve millî normatif değerler, bırakınız muhafaza edilmeyi, geri kalmışlığın ana nedeni sayılmış, suçlu ilân edilmiştir.
6. Osmanlı eğitim sisteminde batılılaşma askeri okullar eliyle olmuştur.
7. Cumhuriyeti kuran kadrolar Batı'nın tüm değerlerine teslim olmuş Osmanlı askerî kadrolarıdır.
8. Son dönem Osmanlı bürokrasisi ile Cumhuriyeti kuran kadrolar, geri kalma nedenimizin İslâm'dan kaynaklandığında hemfikirdir.
9. Kemalizm, İslâm'ı hayatın her alanından silebilmek için tepeden inmeci baskılarla hilâfeti kaldırmış, alfabeyi, kılık kıyafeti değiştirmiş, İslâm’ı Anayasa’dan çıkararak laik devlet yapılanmasının gölgesinde seküler bir eğitim seferberliği başlatmıştır. Yeni alfabe ile okuma /yazmanın kolaylaşacağını, cahilliğin biteceğini iddia etmelerine karşın on yıllık süreçte okuma yazma oranı ancak % 9 arttırılabilmiştir.
10. Cumhuriyeti kuran asker kadrolar, sivilleri Osmanlı'da olduğu gibi "Başıbozuk" nitelemesine tâbî tutmuştur. Sivillere güvenilmez. Ülkenin esas sahibi askerlerdir. Ülke askerlerin ganimetidir. Her Harbiyeli geleceğin kudretli generali, cumhurbaşkanıdır.
11. Suçlu ilan edilen İslâm'dan, yerli ve millî diğer değerlerden mutlak anlamda soyutlanmış askerî okul ortamlarında genç çocukların zihinleri ideolojik halaskârlar olarak keskinleştirilir.
12. Hiçbir subay- astsubay- askeri öğrenci korkmadan camii ya da mescide gidemez, oruç tutamaz. Diğer dini vecibelerini yerine getiremez. Eşlerinin tesettürlü olmaya hakları yoktur. Askerî öğrenciler akademik kadrolardan ziyade, bu formattaki komuta kademelerinin kuşatması altındadır.
13. Eşi başörtülü general göremezsiniz. Babasının sakalını kestiren generaller vardır. Öyle bir korku imparatorluğu kurulmuştur ki generaller bile sistemin kırmızı çizgilerinin dışında görünmekten korkmaktadırlar.
14. Namaz, oruç, tesettür alay ve yasak konusu iken; içki içmemek, dans etmemek ayıptır. Personel (öğrenciler bile) içki, kadın, eğlenceye yönlendirilir.
15. Yukarıdaki yapı, bir kısım generallerin değil askeri bürokrasinin resmî görüşüdür. Sağduyulu kimi personel olsa da onların özgül ağırlığı yoktur.
16. “Peygamber Ocağı” dense bile - generaller şiddetle karşı çıkarlar ki doğrudur- Batılı değerlerin ideolojik fikirlerini, insana ve yaratıcıya bakışını içselleştirmiş ve buna uygun hayat tarzını benimsemiş bir orduya peygamber ocağı nasıl denilebilir?
17. Ne garip bir tecellidir ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun güçlü dönemlerinde Hıristiyan tebanın çocukları devşirilirken; Emperyalist Batı’ya karşı istiklal mücadelesi vererek ülkeyi kurtardıklarını iddia eden Batı’nın gönüllü uşaklığını yapan sivil/asker kadrolar, Anadolu insanının çocuklarını Batı adına devşirmeye başlamışlardı. Askerî okullar, kışlalar, lojmanlar, orduevleri arasında toplumdan soyutlanan devşirilmiş bu kadrolar, kendi milletine ve değerlerine karşı darbe üstüne darbe yapmayı görev telakki etmişlerdir.
Darbeler ve Darbe Anayasaları
1924, 1961 ve 1982 anayasaları darbelerin ardından, darbeci asker ve sivillerin gözetiminde, halktan ve değerlerimizden kopuk kadrolara yaptırıldı.
Osmanlı darbecilerinin sadrazam, vezir, şeyhülislâm kellesi alma alışkanlığı, Cumhuriyet darbecilerine 27 Mayıs 1960 darbesinde düzmece ve güdümlü bir mahkeme kurarak başbakan ve bakanları asmak için ilham vermiş olmalı… Darbe sonrası binlerce general, subay ve astsubay tasfiye edildi.
Askerî vesayet sisteminin egemenlik alanını daha da genişletme operasyonu, 1961 Anayasası’nda Millî Güvenlik Kurulu (MGK) ve Askerî Yargıtay’ın ihdasını sağlamıştır.
12 Mart 1971 Muhtırası, ordu içinde çizgi dışı cunta hareketinin tasfiyesi ve hükümet değişikliği ile sonuçlanır.
12 Eylül 1980 Darbesinin cuntacı paşaları yazdırdıkları anayasalara bile ihtiyatla yaklaşmışlar, “Anayasa komisyonu” kurarak düzeltmelerde bulunurlar. 1982 Anayasası’na son şeklini veren Millî Güvenlik Konseyi Anayasa Komisyonu bunun tipik bir örneğidir.
1982 Anayasası (7 Kasım 1982) asker egemenliğini o denli koyulaştırmıştır ki geniş kitlelerin kişilik haklarının, inanç, örgütlenme ve kamuda görünür olma özgürlüğünün üzerinden silindir gibi geçmiştir. Askerî vesayet sistemi için yeni dokunulmazlık alanları ihdas edilir : Yüksek Askerî Şura (YAŞ), YÖK, DGM ve Askerî Yüksek İdare Mahkemesi (AYİM) gibi.
Dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur AYİM’le ilgili gerekçeyi şöyle ifade ediyordu : “YAŞ’ta alınan kararları Danıştay bozuyordu. Bunun önüne geçmek için AYİM’in kurulmasına karar verdik”.
Orgenerallerin mutlak saltanatı için 1982 Anayasası 125. madde ile “ Yüksek Askerî Şura kararları yargı denetimi dışında” tutulur. Söz konusu madde 12 Eylül 2010 referandumu ile kaldırılabildi.
Her darbe bir sonraki darbenin altyapısını oluşturur. Yeni cuntacı, darbeci ekip hazırlanır. Tıpkı bir bayrak yarışı gibi…Türkiye adeta yarı açık bir cezaevi olmasına rağmen vesayetçi sistemin balans ayarları bitmez. Darbe histerisi yalnız askerleri kaplamaz. İşadamları, medya, bürokrasi, darbeden beslenen siyasî partiler, birtakım dalkavuklar, kifayetsiz muhterisler generalleri kışkırtırlar, kullanırlar. Osmanlı’da askerleri isyan için kışkırtanlar, kendi çıkarlarından hiç bahsetmezler. “Din elden gidiyor! Vatan elden gidiyor!” diye ortaya çıkarlar. Bugünün darbecilerini kışkırtanlar da çıkarlarından bahsetmeden “Laiklik elden gidiyor” teranesini haykırırlar. Darbelerin değerler maliyeti hesaplanamayacak kadar büyükken, ülkeye dayattığı ekonomik kayıplar korkunçtur. Millet fakirleşirken, ülkemiz onlarca yıl geriye giderken, bir avuç darbeci elitin kasaları ve göbekleri büyür.
28 Şubat 1997 Darbesi, bugüne değin yapılan darbelerin bileşenlerini ihtiva eden, Anadolu’yu ve Anadolu Milleti’ni yok etmeyi göze almış, “Topyekûn Bir Saldırı”ydı.
1000 yıllık Anadolu toprakları ve Anadolu insanının kaderi üzerinde zar attılar. O kadar azgınlaşmışlardı ki kendilerinde tanrısal güç olduğuna inandılar. Nasılsa bu halkı canları ne zaman isterse evire çevire benzetiyorlardı. Batı Çalışma Gurubu ile ülkede fişlenmedik insan bırakmadılar. MGK Genel Sekreteri fiilî başbakandı. Başbakanlık Takip Kurulu, bürokratik bütün kademeleri MGK Genel Sekreterliği adına takipten sorumlu oldu. Genelkurmay Başkanı’ndan randevu aldığı için sevincinden bomba patlatan başbakan gördük. Devlet, yeraltı unsurlarıyla yerine göre öz-üvey evlat demeden çocuklarını kutsal cinayetlere(?!) kurban etti.
Yetmedi. Bunca acı, gözyaşı, işkence, tasfiye, suikast, fişleme, zehirleme… Nelere şahit olmadık ki. Fadimeler, Kalkancılar… Hepsi, yeni bir darbe için şartların olgunlaştırılmasının parçalarıydı. TÜSİAD’ın beyaz adamları, medyanın patronları ve sahibinin sesi gazetecileri, özgürlükçü sendikaların ağaları, borsalar- odalar düzeninin baş haramileri, brifing hakimleri, inanç düşmanı rektörleri el ele darbe çığlıkları ile doldurdular gök kubbeyi. Generallerine koştular, kılıç olup, balyoz olup insinler halkın tepesine diye. Hepsi yurtseverdi, çıkar peşinde değillerdi. “Laiklik elden gitmesin, ülke ortaçağın karanlıklarına gömülmesin” diye idi çığlıkları. Ve geldi darbe. 28 Şubat 1997 darbesi Osmanlıdan günümüze isyan, darbe, muhtıra, Özel Harp, MGK operasyonları ne varsa hepsinin alaşımı gibi.
1984-2010 yılları arasında hukuk dışı yöntemlerle binlerce subay/astsubay askerî vesayet sisteminin elemanları tarafından önce fişlenmiş, İttihad ve Terakki döneminde olduğu gibi ”sizden-bizden” ayrımına tâbi tutulmuş, ardından Yüksek Askerî Şura (YAŞ) kararlarıyla ordudan uzaklaştırılmıştır.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu Müslüman halkın çocukları üzerinde kılıç gibi sallanırken, askerî okulları Millî Eğitim Bakanlığı’nın denetim ve gözetiminden uzak tutmaktadırlar. Cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir Millî Eğitim Bakanı değil askerî okulların müfredatını belirlemek, kapısının önünden bile geçememiştir. Bir genelge ile liselere dayatılan ve yakın zamanda ancak kaldırılabilen “Millî Güvenlik Dersi” eğitim üzerindeki askerî vesayetin önemli bir parçası olmuştur. Okul idarecileri, öğretmenler ve başörtülü öğrenciler bu derse giren subaylar tarafından fişlenmiştir. Başörtülü öğrenciler derslere alınmayarak sınıfta kalmaları sağlanmıştır. Öğretmen asker eşleri muhbirliğe yönlendirilmiştir.
İç Hizmet Kanunu 35. madde sistemi koruma kollama adına darbelere gerekçe yapılmıştır.
Vesayet sisteminin önemli bir ayağı da ekonomidir. Ticaretle uğraşan, banka alıp satan, salça bisküvi üreten bir ordu örneği dünyada yoktur. Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) özel bir kanunla kurulmuş, vergi muafiyetleri ile ülke ekonomisinin %10’unu geçen bir büyüklüğe ulaşmıştır. OYAK’a açılan davalar AYİM’de görülmektedir. OYAK yöneticileri askerî mahkemenin gölgesinde istedikleri gibi çalışmaktadırlar.
Savunma bütçesi, şeffaf biçimde hazırlanmaz. Bütçeyi tahsis eden meclis tarafından kontrol edilmez. Savunma bütçesi komuta kademesi tarafından keyfî biçimde kullanılır. Yerli savunma sanayii ve üretim desteklenmez. “Acil” kaydıyla yurtdışı alımlarına gidilir. Nisan 1996 tarihinde dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir, TSK’nin modernizasyonu için 25 yıl içinde 150 milyar dolarlık savunma harcaması plânlandığını sanayici ve üniversitelerin yer aldığı ortak bir platformda ilân etmiştir. Devletin (hükümetin, meclisin) ve ilgili otoritelerin fikrini ve olurunu almadan, bütçe ve ülke imkânlarını gözetmeden; Tank, Helikopter, IHA, Havadan Erken Uyarı, Uçak modernizasyonu için “Tek Kaynaktan” yurt dışı “Hazır Alım” ve “Acil” kaydıyla alıma çıkılması, kaynakları kıt ülkemizin 25 yıllık ekonomik geleceğini tehlikeye attığı gibi, savunma sanayini tamamen dışa bağımlı hale getirmektedir… Askerî bürokrasi, gizliliği hesap vermeye tercih eden bir anlayışa sahiptir.
Türkiye’de geçerli hale getirilen siyasal ve hukukî sistem içerisinde, TSK. lerini yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin denetleme yetkisi yoktur veya göstermeliktir.TSK her türlü maddî, hukuki, siyasî, askerî, kültürel denetimini kendi başına, siyasî gözetim ve denetimden uzak, istediği gibi yapar. Devlet içinde devlet gibidir.
TSK ayrıcalıklıdır. Sivil toplum, sivil bürokrasi ve teknokrat kadronun güçsüzlüğü nedeniyle sivilleri küçümser, sivil siyasete kuşkuyla bakar. Sivil siyasî sorumlularla, sorumluluğu olmayan askerler arasında açık ve sağlıklı iletişim kanalları yoktur. Askerler kimseye güvenmezler.
Ordunun devlet ve toplum hayatına müdahale duygusunu öne çıkaran diğer bir etken de, kendisine karşı koyacak bir gücün bulunmamasıdır.
Askerî vesayet sistemi; halkına, halkının değerlerine düşman bir ideolojik devlet ve ordu tasarımını dayatmıştır. Farklı değer, inanç ve etnik yapıdaki gruplara mensup insanları ulus devlet kalıbına dökme operasyonları “iki yüzlü kimlik gurupları” oluşumuna yol açmıştır. Ülkemiz insanının yaslanabileceği iç dinamikler hızla erimiş, toplum birbirine yabancılaşmış, sosyo-kültürel çözülme ciddî boyutlara ulaşmıştır.
Genellikle darbeler ülke ekonomisinin iyileşmeye başladığı dönemlerde yapılagelmiştir. Darbe sonraları ülkemiz büyük ekonomik buhranlarla kavrulmuştur. 1999 ekonomik buhranı ve deprem, 2001 ekonomik buhranı fakiri daha fakir, zengini daha zengin yapmıştır. Orta tabaka erimeye yüz tutmuştur. Cumhuriyet tarihinde belki ilk defa esnaf protesto yürüyüşleri yapmış, başbakana yazar kasa fırlatılmıştır. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Başbakan Bülent Ecevit’e anayasa kitapçığı fırlatmış, ekonomi uçuruma yuvarlanmış, gecelik faiz % 7500 lere fırlamış, döviz TL karşısında iki katı değerlenmiştir. Askerleri darbe yapmaya azmettiren İstanbul Dükalığı, Merkez Bankasının içini boşaltmıştır. Yerli yabancı bankalara, Merkez Bankasının dövizleri yağmalatılmıştır. DSP,MHP,ANAP üçlü koalisyonu erken seçim kararı almak zorunda kalmıştır. Halkımız, 3 Kasım 2002 erken genel seçiminde Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti)’ni % 34.3 oy oranı 363+2 milletvekili ile iktidara getirerek Askerî vesayet sistemine, darbeci ve faizci lobiye tepkisini göstermiştir. Darbeci sistem AK Parti’nin gelişini görmüş olacak ki, Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı, askerî mahkemede laikliğe aykırı şiir okuduğu gerekçesiyle hapse mahkum ettirmiş, milletvekili olmasının önüne geçmiştir. Hapis sonrası yapılan anayasa değişikliği ile milletvekili olabilmiştir.
AK Parti’nin erken iktidar yılları, askerî vesayet sisteminin tehdit ve baskıları altında oldukça sancılı geçmiştir: YAŞ kararları, kamuda ve üniversitelerde başörtüsü yasağı, başörtülü eşi olan cumhurbaşkanı adayı, laiklik karşıtlığının odağı olduğu gerekçesiyle AK Parti’ye kapatılma davası açılması, generallerin organize ettiği cumhuriyet mitingleri gibi…Dönemin genelkurmay başkanı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bizzat yüzüne karşı, “Eşi başörtülü cumhurbaşkanı adayı gösterirseniz, Güneydoğu’dan başınıza tabut yağdırırım.” diyebilmiştir.
15 Temmuz Darbe Girişimi Öncesi ve Sonrası
Kemalist, laik, heterodoks azınlık üzerinden yürütülen psikolojik savaş ve operasyonel hamleler, Gezi Olayları denen uluslar arası destekli iç savaş denemesiyle zirveye ulaşmış, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere şehirlerimiz yakılıp yıkılmıştır. Bu deneme de Recep Tayyip Erdoğan’ın direnişiyle akamete uğratılmıştır.
Karşı cephe hamleleri ile sonuç alınamayınca, stratejik aklın temsilcisi Küresel Merkezî Gücün işareti, taktik temsilci Lejyoner Amerikan Aklının istihbarat eğitimi ve lojistik desteğiyle hazır
beklettiği, Müslüman görünümlü Siyonist Hıristiyanlığın güdümündeki mehdici, mesihci, batınî, Fetullahçı Terör Örgütü FETÖ) devreye alındı. Truva Atı örgüt, 7 Şubat 2012 MİT Operasyonuyla ilk darbe girişiminde bulundu. Başbakan Erdoğan’ın önsezisi ile girişim püskürtüldü. Örgüt, savcı-hakim-polis üyeleri eliyle 17- 25 Aralık 2013 yargı darbelerine kalkıştı. Bu darbe girişimleri de kontrol altına alındı. Örgüte ilişkin doğru analizlerin yapılamayıp hassas bütün kurumlara yerleşmelerine izin verilmesi, hükümet ve istihbarat birimleri için ciddi bir zaaftı.
En büyük zafiyetin ordu bünyesinde olduğunu görüyoruz. Buradan geriye dönüp 1984-2010 yılları arası irtica gerekçe gösterilerek yapılan subay-astsubay tasfiyesine bakmalıyız. 17-25 Aralık yargı darbeleri kalkışması sonrası, bizzat Erdoğan’ın komuta kademesini ikaz ettiği kamuoyuna yansımıştı. Komuta kademesi kılını bile kıpırdatmamıştı. (Necdet Özel dönemi). Generalliğe yükseltilmiş darbecilerin çoğunlukla harp okulları 1992 ve sonrası mezunu olduklarını göz önüne alırsak, aşağıda listelediğimiz genelkurmay başkanları dönemlerine denk düşer:
Necip Torumtay(1987-1990), Doğan Güreş (1990-94), İ.Hakkı Karadayı (1994-98), Hüseyin Kıvrıkoğlu (1998-2002), Hilmi Özkök (2002-2006), Yaşar Büyükanıt (2006-2008), İlker Başbuğ (2008-2010), Işık Koşaner (2010-2011), Necdet Özel (2011-2015). Bu genelkurmay başkanları döneminde ordu bünyesinde yer alan hakiki dindar Müslüman subay-astsubaylar fişleme, sorgu, alay,zulüm, sürgün, sicilleriyle oynama, eşlerinin başlarını zorla açtırma ve sonunda Yüksek Askerî Şura kararlarıyla İslam- dindar Müslüman yerine kullanılan İrtica yaftasıyla ordudan tasfiye edilmişlerdir. Komuta kademesinin dindar subay-astsubaylara yaptıkları teklif şudur : Eşlerinizin başını açtıracaksınız, mesaî saatlerinde namaz kılmayacaksınız, içkili danslı eğlencelere katılacaksınız, dini gerekçe göstererek içki içmemezlik yapmayacaksınız, evlerinizde haremlik-selamlık oturmayacaksınız. Şartlarımızı yerine getirirseniz size şefaat eder, orduda kalmanızı sağlarız.
Binlerce subay-astsubay bu baskı ve zulüm döneminde ordudan atılırken, bugün darbe yapanların eşlerinin başlarını açtırdığını, tesettürlü hanımlarla çoğunlukla evlenmediklerini, namaz kılmadıklarını, gerektiğinde içki içtiklerini, oruç tutmadıklarını, Cuma namazına gitmediklerini biliyoruz. Komuta kademeleri, Kemalist subay niteliklerine uygun görünen FETÖ üyelerine farklı bakamazlardı. Onlar, komuta kademesinin belirlediği çizgide idiler. Baskıcı ortamlar, insanları iki yüzlü hale getirir, kişilik kırılmasına uğratır. Gücü eline geçirdiğinde ne yapacağı belli olmaz. Üstelik ipleri başkalarının elinde ise nasıl bir canavara dönebileceklerini 15 Temmuz darbe kalkışmasında gösterdiler. Faşizan Askerî Vesayet Sistemleri tasfiye edilemezse, gözü dönmüş birçok paralel yapılar üremeye devam edecektir. Dinî görünümlü yapıların faşizmi son derece tehlikelidir.
15 Temmuz Darbe kalkışması, geçmiş tüm darbelerin altyapısını kullansa da mahiyeti çok farklıdır. Lejyoner Amerikan Aklı, önceki darbelere üstü örtülü destek verirken, 15 Temmuz için saklanma gereği duymadı. Amerikan istihbaratı (CIA) darbeyi bizzat plânladı. NATO güçleri fiilen darbenin içinde yer aldı. NATO’nun nükleer silâhlarının bulunduğu hava üsleri darbecilerin kontrolündeydi. Darbeye iştirak eden uçaklar buralardan havalandı. Ankara’daki üs aynı zamanda komuta kontrol üssüydü. İncirlik Amerikan üssünden havalanan tanker uçaklar, uçaklara havada yakıt ikmali yaptı. Önceki darbelerde provokasyonlar (Çorum, Maraş, Sivas, sağ-sol çatışmaları
Savaş meydanlarında kanını döken ama masada kaybeden olmamalıyız artık… Bütün renklerimizle yüzyıllık kuşatmayı yarmak zorundayız.
Olağanüstü Hal İlânı (OHAL) ile yeniden yapılandırma yolunda olumlu adımlar atılmaya, askerî vesayet sisteminin köhnemiş yapısına neşter vurulmaya başlanmıştır:
Kuvvet Komutanlıkları Millî Savunma Bakanlığına bağlandı.
MGK’nın yapısı değiştirildi.
Yüksek Askeri Şura’nın yapısı değiştirildi. Tayin ve terfiler olması gerektiği gibi hükümetin yetki alanına alındı.
Askeri liseler kapatıldı.
Darbecilerin yuvası haline gelen harp akademileri kapatıldı.
Harp okulları öğrencileri tasfiye edildi. Millî savunma Üniversitesi kurularak harp okulları buraya bağlandı. İmam Hatip liseleri dahil tüm lise mezunlarının harp okulları sınavına girebileceği düzenleme yapıldı.
Askerî hastahaneler Sağlık Bakanlığına bağlandı.
Jandarma ve sahil güvenlik komutanlıkları İçişleri Bakanlığı’na bağlandı.
Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, Askerî Yargıtay kaldırıldı.
Yapılacak çok işin arasında darbe anayasasını ortadan kaldırarak, yeni Türkiye’nin herkesi kucaklayacak yeni anayasasını yapmak büyük önemi haizdir.
Ordu aslî değerlerimize dönerek, milletimizin hizmetinde olmalı, aziz İslâm’ı irtica olarak görmekten vazgeçmeli, emperyalistlerin emelleri için kullanılan bir araç olmaktan kendini kurtarmalıdır.
Eksenini Arayan TÜRKİYE
Eksenimiz Osmanlı’nın son dönemlerinde bozulmuş, Batı’nın eline geçmiştir. 3 Kasım 1839 Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Hümayunu), 1856 Islahat Fermanı ile eksenimiz kaymıştır. Varlığını bize düşmanlığa endeksleyen Batı Medeniyetinin devşirmesi olmak bugüne kadar bize ne kazandırdı? Dün Kayıtsız şartsız Batı Eksenini kurtuluş reçetesi olarak görenler, hiç olmazsa bugüne baksınlar. Yüz yıldır Batı Eksenindeyiz ama bize olan amansız düşmanlıkları bitmedi, bitmeyecek. Batılılar kendi değer, standart ve refah unsurlarını kendi dışlarındaki insanlar, topluluklar, milletlerle asla paylaşmazlar. Vermeyi bilmezler hep alırlar. İnsanlığa sunacak bir mesajları kalmamıştır. Maddî medeniyetleri çatırdamaya başlamıştır. Ayrılık ve kaos rüzgarları Batı kıyılarında tsunami etkisi yapacaktır. 400 yıllık Batı Medeniyeti’nin egemenliği, teknolojik kolaylıklar getirmesine karşın insanlığa barış, huzur getirmemiştir. İki dünya savaşı onların yeryüzüne armağanları olmuştur.
Allah’ın mülkünde yaşıyoruz, kalıcı değiliz. Allah’ın rızasına uygun eksen varoluşumuzda bize verilmişti. Aklımıza, gönlümüze hitap eden yüce Yaratıcımızın evrensel mesajı eksenimizi belirliyor.
Kurtuluş reçetesi için her yolu deneyen insanımız ve insanlık! Yaratıcının mesajına ne zaman döneceksin? Haydi ilahî mesajda dirilmeye, hakiki eksenine kavuşmaya!
24 Aralık 2016
MEHMET YAVUZ AY (Özgeçmiş):
1960 Ankara doğumlu. Bütün öğrenim hayatı Ankara’da geçti. 1981 yılında Kara Harp Okulu’ndan mezun oldu. 1978’de başlayan edebiyat ilgisi “Aylık Dergi”nin kuruluşundan itibaren yazmaya dönüştü. Öykü, deneme ve eleştiri yazıları başta Aylık Dergi olmak üzere Mavera, Ayane, İkindi Yazıları, Hece, İstanbul Bir Nokta gibi dergilerde yayımlandı. Yazılarının çoğunda ve kitaplarında Mehmet AY ismini kullandı Çalışma hayatı, darbeci generallerin ağır baskıları altında sürgünlerde geçti. Aralık 1996’da 28 Şubat Darbeci Cuntası’nın Erbakan hükümetine dayatmasıyla Binbaşı iken ordudan atıldı. Özel sektörde çalıştı. Ordudan atılan subay-astsubayların kurduğu ASDER (Adaleti Savunanlar Derneği) bünyesinde aktif görevlerde bulundu. Askerî vesayet sistemi ve darbeler üzerine araştırmalar yaptı. 2011 de çıkan bir kanunla özlük hakları iade edildi. Albay emeklisi oldu. Evli, dört çocuk babası.
Eserleri :
Adınız Soyadınız
E-Posta
Girilecek rakam : 4744
Lütfen yukarıdaki rakamları yazınız.