Bazı yolların başı, yolun sonunda mı anlaşılıyor? Türkiye'nin askeri vesayet mazisiyle yüzleşmesi yolunda yarattığı umut, rövanşizmin hukuku ötelemesiyle heba edilen Ergenekon ve Balyoz davaları... AKP'nin yola koyulduğu yer ile otoriterizm tartışmalarına neden olan vardığı nokta arasındaki mesafe... Fethullah Gülen cemaatine ilişkin tartışmalar... Nihayet medyanın, gazetecilerin, yazarların, aydınların süreç içindeki tavırları nedeniyle güncel bir soru bu. Her kesimde samimi bir muhasebe gerektiren, her kesimde cevap arayan bir soru. T24'ün uzun bir süredir her kesimde cevabını aradığı soruların bu haftaki muhatabı Etyen Mahçupyan'dı. 11 kez oyunu AKP’ye verdiğini açıklayan, muhafazakâr kesimi odağına alarak Türkiye’de zamana yayılmış bir ‘halk ihtilali’ yaşandığını savunan Mahçupyan’ın Akşam’daki köşesi kısa bir süre önce kapatıldı. İktidara yakın medyada köşelerinden olan gazeteci ve yazarlar listesi, kapsama alanına Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun danışmanlığını da yapmış Mahçupyan’ı da alırken bugünü yaratan geçmişi konuşmak üzere buluştuk. 1950’de Katolik Ermeni bir ailenin çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya gelen Mahçupyan, bugün Türkiye'deki fırsat eşitliği bağlamında‘yüzleşmesi gereken bir imtiyaz’ olarak da gördüğü Robert Kolej’de okudu. Öğrenimini Boğaziçi Üniversitesi’nin kimya, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin iktisat bölümlerinde sürdüren Mahçupyan, bir süre yaptığı akademisyenliğin ardından 1996’da vedalaşacağı ticaret dünyasında 16 yıl mesai yaptı. İş adamı Cem Boyner’in liderliğini yaptığı Yeni Demokrasi Hareketi’ne katılan, 1997’de Radikal’de köşe yazmaya başlayan Etyen Mahçupyan, 2001’den itibaren Zaman gazetesinde yazmaya başladı. 2007’de, Hrant Dink’in öldürülmesi ardından Agos’un yayın yönetmenliğini üstlendi. 2008’de Taraf’ta da yazmaya başlayan Mahçupyan’ın Zaman’daki köşesi 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları ortaya çıktıktan bir süre sonra kapandı. Ardından Ethem Sancak’ın sahibi olduğu Akşam’da yazmaya başlayan Mahçupyan, Başbakan Davutoğlu’nun resmi olarak yaklaşık 4 ay danışmanlığını yaptı. Bu süreçte yazılarına devam eden Mahçupyan'ın Akşam'daki köşesi, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Yiğit Bulut'un kendisini işaret etmesinden kısa bir süre sonra, Şubat ayında kapatıldı. Bugün, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'a yakın gazetelerden çıkarılan/ayrılan Mustafa Karaalioğlu, Yusuf Ziya Cömert, Mehmet Ocaktan, Hakan Albayrak gibi isimlerin de yazar ve yöneticileri arasında olduğu Karar’da yazan Mahçupyan, Türkiye'de liberal aydınların sembol isimlerinden biri olarak anılmakla birlikte kendisini ‘demokrat’ ifadesiyle niteliyor. Mahçupyan'ın T24’e verdiği ve kapsamı nedeniyle iki bölümde yayımlayacağımız söyleşinin ilk bölümü şöyle: “Demokratikleştirici unsurlar ama AK Parti ataerkil, HDP otoriter” - Sizce bugün Türkiye’de hüküm süren rejimi hangi kavram daha iyi yansıtıyor: Demokrat, otoriter, liberal, otokrat... Bu tür kavramların tek başına açıklayıcı olduğunu sanmıyorum. Kendine has bir tarihe, siyasi kültüre sahip bir ülke burası. Bu ülkede mağdurlar, baskı uygulayan faillerden çok daha farklı zihniyetlere sahip olmayabiliyorlar. O yüzden de olumlu ve olumsuz olaylar birlikte oluyor. Bu, son 10-15 senede daha dikkat çekici biçimde oldu. Çevredeki iki parti, Kürtler ve AK Parti merkeze doğru geldi. Bu iki hareketin Türkiye’de demokratikleştirici bir unsur olduğu çok açık. Bir siyaset alanı açıldı ve buradan yeni bir adalet, ahlak, eşitlik anlayışı üredi. Ama bunları yaptıkları için bu insanlar demokrat olmadılar, kültürlerinin getirdiği zihniyetlere sahipler. Ben AK Parti’nin ataerkil, HDP’nin otoriter olduğunu düşünüyorum. Fakat bu, olumlu etkilerini göz ardı etmemizi gerektirmiyor. AK Parti’nin şu anda kurduğu düzen de birden fazla zihniyetin iç içe geçtiği bir amalgam. AK Parti, bakışının ürünü olan bir rejimi kurmaktansa var olan rejime tepkilerle kendini yeniden üretti. Bu da ister istemez otoriterliğin ağır bastığı bir dönem yaşamamıza neden oluyor. Çünkü Türkiye 80-90 yıllık bir Kemalizmden geliyor ve onun gidip birdenbire demokrat bir rejimin başlaması zaten mümkün değil. Kabuğun kırılması nesiller içindeki değişimle oluyor. AK Parti ve HDP’nin tabanındaki yeni nesillerin kendi normlarını geliştirerek siyasete ağırlık koymasıyla ancak ileride bir gün demokrat bakışın egemen olma ihtimali var. “AKP’nin eski rejimle örtüştüğü en önemli nokta araçsallaştırma” - Sizce AKP bugün eski rejimle hangi noktalarda örtüşüyor, hangilerinde ayrışıyor? Bence en önemlisi, araçsallaştırma. Siz bir ilkeyle yola çıkıyorsunuz, eğer bir baskı görmüyorsanız o ilkeyle devam ediyorsunuz. Ama bu çok uzun bir yol olmuyor. Çünkü sistem ya da çevre size genellikle geçmiş kültürün içinden üretilen bir tepkide bulunuyor. Bu da epeyce otoriter ve bel altından vuran bir yaklaşım olabiliyor. O zaman refleks yine bir araçsallaştırmayla cevap verme oluyor. AK Parti kolaylıkla başkasının oyununu oynamayı kabullenen bir parti oldu. Türkiye’de, kavga ne kadar egemense demokratlıktan uzaklaşma da o kadar doğal. “Taban desteklediğinde otoriterlik meşrulaşıyor” - “AKP’nin her gayri meşru hareketi, olağanüstü hâle çevirme fırsatı olarak da gören bir partiye dönüştüğünü” de söyleyen bir yazar olarak, sizce AKP, kavgaya kapılan bir partiden ziyade kavga arayan bir parti de olmadı mı? AK Parti bir tehdit algıladığı zaman, hele bu algı tabanına yayıldığında kendini korumak üzere bir zırh üretiyor. Ve bunu araçsal bir mantıkla hızlı, kolay ve etkin bir biçimde yapma yoluna gidiyor. Türkiye gibi bir ülkede bunu yaptığınızda hukuk ne anlama geliyor belli olmaktan çıkıyor. O kavga ortamı geldiğinde demokrat davranabilse çığır açıcı bir iş yapmış olur, ama AK Parti de o noktaya geldiğinde ayakta kalma güdüsüyle davranıyor. Ve bu güdü, tabandan da destek aldığında meşru hale geliyor. O zaman otoriterliğin meşrulaştığı bir dünyada yaşamaya başlıyorsunuz. - Toplumun önemli kısmının sorun görmemesi ‘otoriterliğin meşrulaşması’na neden olabilir mi? Tarihte bir sürü örneği var bunun. Özellikle dış tehdit, içeride otoriterliği meşrulaştırır. - Örnek verir misiniz? Şu anda IŞİD saldırıları sonrasında “Avrupa otoriterleşiyor mu, demokratlaşıyor mu” diye sorduğunuzda, tabii ki otoriterleşiyor. Peki, bu meşru mu, değil mi? Meşru. Çünkü toplum “bunun böyle olması gerektiğini” söylemeye başlıyor. - Avrupa örneğinizdeki IŞİD tehdidine karşı genel güvenlik önlemlerinin artırılmasıyla Türkiye’de kast edilen otoriterleşme arasında fark yok mu? Fark var çünkü siyasi kültür ve tarihleri farklı. Her toplum kendi siyasi tarihinin içinden bu otoriterleşmeyi üretiyor. “17-25 Aralık’ın ne olduğunu söylemeden ‘Hukuka müdahale ediliyor’ derseniz AK Parti tabanı güler” - Siz 2014’te “Bence AK Parti otoriter olmadı, baştan beri zihniyet olarak otoriter. Ama demokratikleşme adımları atıyor. Tabandan umutluyum, otoriter bir Erdoğan kendi tabanını bile yönetemez” derken muhalefetin ‘otoriterleşme’ eleştirilerini şöyle tanımladınız: “Sadece yüzeysel bir manipülasyon gayretini ifade eden bir suçlama.” Sizin söylediğinizi muhalefet söyleyince neden ‘yüzeysel manipülasyon’ oldu? AK Parti’ye “Sen otoriterleştin” demek yarım bir cümle ve hiçbir etkisi yok. “Sen niçin otoriterleştin”i söylemeniz lazım; “Tamam, bir miktar haklısın belki ama bu böyle olmaz” demeniz lazım. - Neden bir parti veya kimse sizinle aynı pozisyonda durup AKP’ye “Bir miktar da olsa haklısın” demek zorunda? Muhalefet, yönetenlerin farklı bir şey yapmasını, örneğin daha demokrat olmasını istiyor. Bunun için eleştiriyi AK Parti’nin duyacağı, dinleyeceği türde yöneltmemiz lazım. Bu da AK Parti’nin yaşamakta olduğu durumu adil bir biçimde ortaya koymakla oluyor. 17-25 Aralık’ın ne demek olduğunu söylemeden, sanki o hiç yokmuş gibi davranarak “AK Parti hukuka müdahale ediyor” derseniz buna AK Parti tabanı güler. “17-25 Aralık diye bir şey var, ama sen böyle davranmak zorunda değilsin” derseniz bunu dinleyecek çok insan bulursunuz. Türkiye’deki muhalefet AK Parti’ye bakarken bu adil çizgi üzerinden davranmadı. “İşlevsel olması için eleştirinize AK Parti tabanının katılmasını sağlamalısınız” - İktidar denilen şey neden sizin gözünüzde ikna edilmesi gereken bir yapıya dönüşüyor da demokratik hak ve talepleri göz önünde bulundurmakla yükümlü bir yapı olmuyor? Çünkü o yönetiyor, yüzde 50 oy alıyor ve toplumun yarısı sizin gibi düşünmüyor. Siz diğer yarısında ve parçalı hâldesiniz. Son yüzyıla baktığınızda AK Parti tabanının ve tercihlerinin, siyasi çizgisinin bir haklılığı olduğunu görüyorsunuz. AK Parti’yi eleştirenlerin önce özeleştiri sürecinden geçmeleri, “Biz 80-90 sene ne yaptık” sorusuna cevap vermeleri lazım, ancak sonra AK Parti tabanının onları dinleme olasılığı olacak. 90 senenin özeleştirisi bir yana, son 15 yıla dair bir yüzleşme de yapılmıyor. “AKP yargıya müdahale ediyor” deniyor. Peki Türkiye’de yargı ne? Bir siyasi, ideolojik aktör. Yargı Türkiye’de hiçbir zaman hakem olamamış bir aktör. Yargının bu ideolojik niteliğini birinci cümle olarak koymadan AK Parti’yi eleştiremezsiniz. Ancak bunu koyduktan sonra AK Parti’ye farklı davranmasını önerebilirsiniz. “Tarihsel terazide AK Parti’nin adaletsizlik yapabileceği uzun yıllar çıkabilir” Laik kesimden bakarken bugüne niçin gelindiği konusunda objektif olalım, normatif tarafa geldiğimizde ise ne düşünüyorsak söyleyelim ve de ilkesel muhalefet yapalım. O noktada AK Parti’yi eleştirmek AK Parti’ye de, Türkiye’ye de iyilik olur. Ama eğer yaşananların nedenleriyle ilgili kaypak davranırsak hem söylediğimiz İslami kesimin kulağına gitmiyor, hem de AK Parti bunu bir düşmanlık olarak algılıyor ve bunu böyle anlatıyor. Buradan giderek de kendi araçsallaştırma mekaniğine meşruiyet kazandırıyor. Ve bu ortam oportünistleri ortaya çıkarıyor. Çünkü olanların çok derinliğe ihtiyacı yok, onlar mesela sadece reisçi davranarak siyasete tutunabiliyorlar. Yoksa söylediğiniz ideal bir durum. Keşke bütün liderler demokrat olsa, her kesimin taleplerine cevap vermeye çalışsa filan. Ama böyle bir şey dünyada yok ve niye olsun zaten? Bunlar siyasetçi, kendi tabanlarının siyasetini yapmak üzere oraya geliyorlar. Siz AK Parti’ye eleştirinizin işlevsel olmasını istiyorsanız, bunun tek yolu AK Parti tabanının o eleştiriye katılmasını sağlamak. Laik kesim karşısından demokratlık bekleyebilir, ama İslami kesim de 80 sene bekledi. Eğer tarihsel bir teraziye koyacaksak, AK Parti’nin adaletsizlik yapabileceği daha uzun yıllar çıkabilir karşımıza. - Mevzuda tek ölçü mağduriyetse, Kürtler ne yapsın? O yüzden Kürtlere hak veriyoruz. Tavrı demokratlıkla hiçbir ilgisi olmayan PKK’nın, HDP’nin siyasetinin sempati bulmasının tek nedeni geçmiş mağduriyettir. “Ben laik kesimden geliyorum, kendime karşı sertim, ötekine değil” - AKP’ye ve tabanına hitap etmek adına özenle kurduğunuz cümlelere karşın laiklere, azınlıklara dair ifadeleriniz hakaret olarak da algılanacak kadar sert. Bu sizin açınızdan çelişkili değil mi? Hayır, çünkü ben oradan geliyorum. Ben kendime karşı sertim, ötekine karşı değil. Demokratlık biraz da budur. - Siz “Demokratlık biraz da budur” derken, bu kesimlerin artık sizi içlerinden çıkmış biri gibi görmemesine ne diyorsunuz? Fark etmez, kültürel olarak ben oradayım. Onlar ideolojik veya siyasi olarak beni kendilerinden sayar saymaz, önemli değil. Ben oradan geliyorum ve hangi imtiyazlardan isteyerek veya istemeyerek yararlandığımızı biliyorum. Ve bugün bunu yok sayarak siyaset üretilmesini ahlaksızca buluyorum. O hakaretamiz gelen sözlerde esas olarak kullandığım ‘aptal’ kelimesidir. Bence doğru da. Laik kesim değiştirmek istediği AK Parti’ye karşı 15 senedir kendince muhalefet yapıyor, peki ne kazandı? Demek ki yaptığı şey yanlıştı. - Laik kesim sizce bir bütün mü? Aydın kesim için söylüyorum. “Bazı laikler yenilgi psikolojisiyle asker noktasına geliyor” - Laik aydınlar içinde AKP’ye verdikleri destek için eleştirilenler, ‘yetmez ama evet’ tercihleriyle etiketlenmiş olan ciddi bir kesim de var. Siz bir genelleme yapmıyor musunuz? Her kesim heterojendir. Bunu dediğiniz anda eğer argümanınız bitiyorsa, ki biter, o zaman da çok bir anlamı olmaz. Tek tek herkesi kendi farklılıkları içinde analiz edecek halimiz yok. Medyada genelleme yapmayıp ‘bazı’ kelimesini kullanarak cümleler kurma alışkanlığı var. O zaman tabii kimse üstüne alınmıyor. Bu da gayri ahlaki bir şey. Genelleme yapılsın ve insanlar onun içinden kendilerine baksınlar. Kendilerini aklayabiliyorlarsa sorun yok. Ama aklayamıyorlarsa o zaman genellemeye karşı çıkarak bir pozisyon almasınlar. Laik kesim şunu bekleyebilir; “AK Parti bir gün duvara çarpar ve asker tekrar gelir.” Bence laik kesimin bazı insanları yenilgi psikolojisiyle bu noktaya doğru da geliyor. Ama bu yenilgi psikolojisinin sebebi bizim siyaset yapma aczimizdir. Şu an laik kesim kendi söyleyip kendi duyuyor ve daha da içe kapanan bir siyaset izleniyor. Birbirlerine benzemeyen hayat tarzları barındıran bu toplumu bir arada yaşatacak normal usullerle, demokratik mekanizmayı sürdürecek bir uzlaşmaya ihtiyaç var. Bunun kavgayla olması mümkün değil. “Robert Kolej’e girme imtiyazımla yüzleşmem gerekiyor” - İktidarı elinde tutan kesim bir dönem TÜSİAD, bir dönem cemaati ‘vatan haini’, HDP milletvekillerini ‘terörist’, bazı yazar ve akademisyenleri ‘eli kalem tutan teröristler’ ilan ederken bahsettiğiniz uzlaşma için öneriniz ne kadar yeterli? ‘Vatan haini’ söylemi İslami duyarlılığı olan kesimde büyük çapta onaylanmıyor. Tersten gidelim, eğer siz Türkiye’yi daha demokratik bir noktaya götürmek istiyorsanız elinizde çok önemli bir avantaj var; iktidar partisinin tabanının bile önemli bir bölümü, belki yarısı bu tür kutuplaşmalardan hazzetmiyor. Bu nedenle de Türkiye’nin demokratikleşmesi aslında çok kolay. Muhalefet AK Parti tabanıyla samimi ilişki kurabildiği zaman bu olabilir. Samimi ilişkiyse kendine açık yüreklilikle bakmayı gerektiriyor. Ben Robert Kolej’de okudum, benimle birlikte o sene sınava bin kişi girmişti ve sadece 100 kişi alıyorlardı. Şu anda muhtemelen sınava 100 bin kişi giriyor. Eğer Türkiye’nin demokratikleşmesi normal seyirde gitseydi ve o sınava bin değil, 30 bin kişi girseydi ben belki de Robert Kolej’de okumayacaktım. Ben kendi yeteneklerimle oraya girdiğimi düşünebilirim, ama aslında ben büyük bir imtiyaz kullandım. Bununla yüzleşmem gerekiyor. “İyi bir CHP olsa oy verebilirim, diyen bir AKP’li seçmen kitlesi var” Bu iş dünyasına geldiğiniz zaman mukayesesiz bir durum. Birikmiş bir hakkaniyetsizlik üzerinden bu noktaya gelindi. Bu duyarlılık hâlâ İslami kesimin ana duygusuna işaret ediyor. Bugün İç Anadolu’ya, Doğu Anadolu’ya gidip AK Parti tabanından insanlarla görüşün, CHP ile koalisyondan tedirgin olan milyonlarca insanla karşılaşıyorsunuz. “İyi bir CHP olsa oy verebilirim” diyen bir AKP’li seçmen kitlesi de var, ama iyi bir CHP olmadığından insanlar yabancılaşmayı aşamıyor ve mesafeli bakıyor. Eğer bir hiyerarşi varsa, bu olumsuz durumun genel sorumluluğu tabii ki güçlünündür. Ama bunu değiştirecek olan zayıftır. Çünkü güçlü zaten orada ve yönetiyor. “Aydınlar Bildirisi gülünç, Erdoğan’ın 1128 akademisyene sözleri kabul edilemez” - Vaktiyle AKP’ye destek de veren isimlerden Murat Belge, Oya Baydar, Aydın Engin ve Baskın Oran’ın da imzacıları arasında olduğu ve çatışma ortamında tatil yapan TBMM’yi çalışmaya çağıran bildiriyi, barış ve çatışma için Erdoğan’a işaret ettiği için ‘ahlaksız, ideolojik ahmaklık ve yapısal aptallık’la eleştirdiniz. Bu ifadeler 1) başlı başına aşırı, 2) arkasına iktidarı da alan bir aşırılık değil mi? Bunun iktidarla ilgili olduğunu hiç sanmıyorum, bu benim değerlendirmem. Bir Türkiye var, Türkiye’de bir İslami kesim, İslami kesimin içinde bir AK Parti, AK Parti’nin içinde bir Tayyip Erdoğan var ve siz bir bildiride bütün bu olanların sadece ve sadece Erdoğan’ın kişisel kariyeri nedeniyle yaşandığını ve bunun artık anlaşılmış olduğunu söylüyorsunuz. Bir araya geliniyor, üzerine düşünülüyor, bir metin yazılıyor, bundan çıkan Türkiye bu! Bana bu en basitiyle yüzeysel ve gülünç görünüyor. - Sizin açınızdan, benzer noktadan yola çıkarak Erdoğan’ın Barış İçin Akademisyen Girişimi adı altında çıkan bildiriyi imzalayan 1128 kişi için ‘karanlık’, ‘aydın müsveddeleri’, ‘hain’ ilan etmesi de kabul edilebilir mi? Hayır, kabul edilemez. Çünkü bu arkadaşların, aydınların yaptığı Erdoğan’ın ne yapacağını bağlamıyor. Ayrı sorumlulukları olan kişiler. Aydınların yaptığı şey saçma ise ‘saçma’ denmek zorunda, Erdoğan’ın tepkisi haksız, gayri adil ve de araçsallaştırıcı ise onun da söylenmesi lazım. - Burada Erdoğan da olsa “Siz söyleyince oluyor da ben söyleyince mi olmuyor Etyen Bey” dese, ne dersiniz? Erdoğan da çıkıp bu “Çok saçma ve aptalca” diyebilirdi, kimse de bir şey demezdi. Ama savcıları ‘göreve’ çağırdığı zaman başka bir şey oluyor. Ayrıca o bir cumhurbaşkanı, yapabileceklerinin konumu gereği bir sınırı var. Entelektüel sınır içerisinde durduğunuzda söylenen bir kanaattir. Ama yaptırımcı bir mantıkla giderseniz ve elinizde güç varsa o zaman kabul edilemez alana girer. Etyen Mahçupyan’a göre, Erdoğan’ın misyonu ne? - Sizce Erdoğan’ın gücünü kullanmasının önündeki frenler ne kadar sağlam? Yarınlarda Erdoğan’ın onaylayamayacağınız neler yapabileceğini düşünüyorsunuz? Bunun kişisel kaprisler veyahut eğilimlerle açıklanabilir olduğunu sanmıyorum. Bu siyasal ortamın yarattığı gereklerle alakalı bir şey. Böyle 3-4 bildiri olur önemli olmaz, derken birinde öyle koşullar vardır ki daha önce hiçbir şey yapılmazken o anda bu bildiri başka bir anlam ifade eder. Bir bağlama oturduğunda bu tür şeyler oluyor. Erdoğan sonuç olarak bir misyonun taşıyıcısı. Kendi kafasında tanımladığı şekliyle o misyonun zedelenmeden ilerlemesi için ne gerekiyorsa yapmaya çalışıyor. Ve bu da koşullara göre değişiyor. Suriye savaşı çıktığında farklı nüanslar kazanıyor, Avrupa Birliği’ne yakın veya uzak olduğumuz zaman farklı oluyor. - Sizce Erdoğan’ın misyonu ne? Çeperin merkeze taşınması ve merkezin yeniden çevrenin değer yargıları ve kültürü üzerinden inşası. “Erdoğan’ın İslamiyet’ten neşet eden bir tahayyülü kaçınılmaz olarak var” - Sizden alıntıyla bir parantez: “AK Parti kendisini İslami hayatı mümkün kılmakla sorumlu hissedebilir ve bu kanalları açma gayreti içinde olabilir. Ancak İslami hayatın nasıl olacağı konusu toplumun doğrudan çoğulcu yapısı içinde şekilleniyor, AK Partide buna uyuyor.” Kürtaj çıkışıyla örneklediğiniz ‘İslami hayat gayreti’ sizce Erdoğan’ın misyonu kapsamında mı? Muhtemelen her ideoloji sahibi insanın kafasında o ideolojinin ürettiği bir doğru dünya vardır. Erdoğan’ın da ideolojisi İslamiyet’le bağlantılı... Dolayısıyla onun da İslamiyet’ten neşet eden bir tahayyülü kaçınılmaz olarak var. Bu 15 yılda o tahayyül gerçekleşmediyse, geri adımlar atıldıysa demek ki bu ‘deneme’ çabasının ardında bu bir öğrenme sürecidir. “AK Parti otoriterleşebilir, ama otoriterleşirse iktidarını kaybeder” - Siz yarınlarda tercihlerini otoriterlik yolunda kullanacak bir AKPmi görüyorsunuz? AK Parti bir siyasi parti ve bir siyasi partiye her yönüyle kefil olunamaz. Ama ben şunu görüyorum; AK Parti iktidar olmak istiyorsa yüzde 45-50 oy olması lazım ve bu homojen bir kitle değil. Bu yüzde 45-50’nin üçte ikisini Erdoğan veya AK Parti belki bir modelle motive edebilir ama geri kalan üçte biri edemez. Çünkü bu kesim her seferinde AK Parti’ye yeniden bakıyor ve ona göre, evet veya hayır diyor. Dolayısıyla AK Parti otoriterleşebilir, ama otoriterleşirse iktidarını kaybeder. “Eleştirel tabanı AK Parti’nin yok olmasını istemez, PKK gibi biraz” - Üçte birlik AKP kitlesinden kastınız ne, kim onlar? Çekirdek aile, daha eğitimli, daha kentli, daha sosyal, daha global, normları gelişmiş insanlardan bahsediyoruz. Demokrasinin ne olduğunu bilen, mukayese yapan insanlar. Çok büyük kısmı esas gelirini eğitime harcıyor ve çocuklara yatırım yapıyor. Bu insanlar nesnelliğe yönelmelerine rağmen otoriterleşen bir AK Parti’ye oy verirler mi? Dış veya iç, ontolojik bir tehdit varsa, evet. 17 -25 Aralık, Gezi’nin sonraki hali böyle dönemler. İnsanlar AK Parti’yi eleştirebilirler, ama AK Parti’nin yok olmasını istemezler. PKK gibi biraz. Bölgedeki insanlarla konuştuğunuzda AK Partili Kürtler dahil şunu söylüyorlar; “Bu PKK’ya şu anda evet demek mümkün değil ama o kadar kolay yok olsun diyemem.” Var olsun ve farklı davransın istiyorlar. - Erdoğan’ın önündeki en büyük engel sizce AKP tabanı mı? Tabii, yazdım da birkaç defa: Eğer otoriterleşirse önce kendi tabanını yönetemez. “AK Parti’ye bütünüyle kefilsem niye çalıştığım gazetede tutulmadım?” - Bunu yazdıktan sonra, 2015’te şunu da demiştiniz: “Bugün Erdoğan karizması geçmişe nazaran çok daha fazla. Otoriterlikten hoşlanmayan bu tabanda daha makbul, prestijli ve karizmatik biri haline geldi.” Bu tehditler ve yalnızlaşma yüzünden. Bu yalnızlaşmanın bir öznel, bir nesnel yönü var. Nesnel yönü, gerçekten yalnızlaştırılmak istenmesi. Sırf yurt dışındaki basının yazdığı makalelere bakın, adil değil. Erdoğan’la ilgili cihatçı, IŞİD’ci olduğu gibi yazılanlar saçma sapan, ahlaksızca. Bu Erdoğan’ın yaptığı her şeyi yok edip birdenbire bir meleğe de çevirmiyor. Erdoğan otoriter yöntemler kullanıyor fakat oradan hareketle yapılan Erdoğan analizi gayri adil bir analiz. Ve halk bu analizi görüyor. Bir tehdit algısı uyanıyor ve yanlış bulduğu eylemlerine rağmen Erdoğan’a sahip çıkıyor. - Sizce Erdoğan’ın keyfilik gibi bir problemi yok mu? Türkiye’de her liderde olduğu gibi onda da var. - Herhangi bir lider değil, sizin ‘yeni ve kalıcı gerçekliğin sesi’ dediğiniz Erdoğan’a dair görüşünüzü merak ediyoruz. Şu anda önümüzdeki dönemin biçimlenmesi açısından en fazla ağırlığı olan ve bu ağırlığını siyasi dile, karara çevirmeye çalışan kişi. Bunu yaparken de kurumsal olarak gidebilirse öyle gitmeye çalışıyor, aksi halde daha müdahaleci, kendisini öne çıkartan, ne istediğini doğrudan söyleyen, empoze eden bir tavır izliyor. Dolayısıyla buna eğer keyfilik bağlamı içinden bakacaksak, tabii ki öyle. - “Bir siyasi partiye kefil olunamaz” demenize rağmen bir kesimin zihninde çoktan AKP’ye kefil olmuş durumdasınız. O zaman tersten bakalım, onlara bütünüyle kefil olabiliyorsam niye daha önce çalıştığım gazetede tutulmadım? Niye bazı televizyon programlarına çağrılmama durumuna geldim? - Hangi programlara çağrılmıyorsunuz? Bunu söylemem. Ama Akşam gazetesinden ayrılırken yazdığım yazı AK Parti’nin kefil olunamaz kısmıyla ilgiliydi. Tabii ki AK Parti’nin kefil olunabilir bir kısmı da var. Sonuçta 15 sene içerisinde çok fazla doğru iş yaptı ve doğru yaptıkları yanlışlarından çok daha fazla olan bir parti oldu. “AK Parti oportünistlerin içine girmesine izin veren bir yapıya doğru evriliyor” - Doğruları sıklıkla köşenizde dile getirdiğiniz ve 11 kez AKP’ye oy verdiğinizi söylediğiniz için soracağız; sizin gözünüzden AKP’nin bugün kefil olunamaz nitelikleri ne? Kefil olunamaz bir niteliği, belirli bir seviyeyi tutturma hassasiyetinin az olması, son dönemlerde gittikçe daha fazla oportünist kişilerin içine girmesine izin veren bir yapıya doğru evrilmesi. - Kastınız danışmanlar mı? Sadece danışmanlar değil. Eğer herhangi bir siyasi parti içinde oportünizmin bir karşılığı olmaya başlarsa her türlü iş adamı, milletvekili, teşkilat mensubu, danışman, medya mensubu oraya girer. “Kendisini lider için aslanın ağzına atmaya hazır bir tarz bu” - AKP içinde oportünist olduğunu düşündüğünüz kişilerin oranı ne? Çok yüksek bir oranları yok, ama çok acul, sesi yüksek çıkan, kendini öne atan, kendisini lider için aslanın ağzına atmaya hazır bir tarz bu. - Örneğin, “Ben ölmeden Erdoğan’a kimse dokunamaz” diyen Yiğit Bulut, “Erdoğan’a kastedenlerin canı alınır” diyen Fatih Tezcan tarzı mı? Bu tür ortamlarda kalitesine güvenenlerle kalitesizliğinin farkında olan ve ancak aşırı gayretle yükselebilecek insanlar birbirlerinden ayrılır. Kendine güvenenler bir anlamda keşfedilmeyi, kullanılmayı bekler. Onların sesini duymuyoruz, ama bunlar hâlâ çoğunlukta. Ama bir azınlığın sesini duyuyoruz çünkü onlar kendilerini satmaya çalışıyor ve AK Parti adına konuşuyorlar. Muhalefet de onları AK Parti olarak değerlendiriyor. - Sizce bunda baş yetkililer olarak Erdoğan ve Davutoğlu’nun sorumluğu yok mu? Kesinlikle var. Çünkü nasıl herhangi bir şirkette oportünist bir zihniyet hakim olmaya doğru gittiği zaman, şirket sahibini, genel müdürünü sorumlu tutmak zorundaysak burada da böyle. “AK Parti kurumsallaşamadı, oportünistleri davet eden boşluklar oluştu” - Sizce Erdoğan ve Davutoğlu’nun, oportünist dediğiniz danışmanlara, milletvekillerine ve medya mensuplarına göz yummalarının, daha doğru ifadeyle yol açmalarının sebebi ne? Kurumsallaşamama. AK Parti, 15 seneden sonra hâlâ kurumsallaşma yolunda ciddi adım atabilmiş bir parti olarak gözükmüyor. Kurumlar olmadığı zaman var olan durumu kendi lehine kullanmak üzere davranan insanları davet eden boşluklar oluşuyor. Sosyopsikolojide de genel bir gözlemdir; ataerkil yapılanmalarda oportünist bireylerin hızlı yükselme ihtimalleri diğer kültüre göre çok daha fazla. - Davutoğlu’nun basına da yansıyan çabası da olduğu için ayrıştırarak soracağız; Gül, Babacan veya Arınç’a tahammül edemeyen bir Erdoğan portresi varken bahsettiğiniz oportünistlerin çıkması özellikle Erdoğan’ın zaafı olabilir mi? Burada bence kültürün getirdiği bir zaaf var. Bunun yanı sıra siyasetin getirdiği zorunluluklar ve bireysel tercihler var. Öte yandan şunu da söyleyeyim; Gül, Arınç vs. de kurum değil, kişiler. Bu insanların yan yana gelip konuşmasıyla kurumsallaşma olmuyor. - Kastımız birlikte verdikleri fotoğrafın daha bütünlüklü olması. İsimleri kenara koyarak şöyle demek lazım; AK Parti’nin ilk yola çıktığında önündeki şanslardan birisi eğer Türkiye’yi dönüştürmek idiyse bunun kalıcı olması Türkiye’deki siyasi kültürü dönüştürmekle mümkündü. Ama bu önce kendini dönüştürmenle mümkün. Bu da o kurumsallaşmayla bağlantılı. Herkesin sınırını bilmesi, o sınırlar dahilinde belirli kod, ilke ve usuller üzerinden karar mekanizmalarının üretilmesi lazım. “AK Parti mecburen askerle” - AKP’ye dair en önemsediği artılardan biri vesayet rejiminin geri çekilmesini sağlaması olarak gören siz, AKP Ergenekon ve Balyoz davalarını Gülen cemaatini işareti ederek ‘milli orduya kumpas’ diye tanımlayarak tamamen aksi istikamette bir manevra yaptığında neler düşündünüz? Önce bunu büyük çerçeveye oturtalım, çeperden gelen AK Parti sadece sandığa dayalı olan bir parti. Onun dışında bir desteği yok ve sürekli yüzde 45-50 almak zorunda. Geldiğinizde bürokraside hiçbir adamınız yok, ordunun zaten nasıl davrandığı belli, iktidara gelir gelmez toplantılar başlamış. Ve Meclis içinde anlaşma niyetinde olmayan bir muhalefet var. Sizin dışınızda ülkede 3 tane ana güç var; PKK, asker, cemaat. Bunların üçünü birden karşınıza alırsanız ayakta kalamazsınız. Muhakkak birisiyle bir şekilde antant kalmanız lazım. Dolayısıyla, cemaatle olan bir dönem var, çözüm süreci var ve ardından cemaatle kavga, PKK’ya karşı savaş olduğu için mecburen askerle olan bir dönem var. “AK Parti’nin ‘kumpas’ tavrını tasvip etmiyorum, Ergenekon davaları önemli çapta doğruydu” - Askere ve milliyetçiliğe karşı çıkmış, Ergenekon ve Balyoz davalarını sert ifadelerle savunmuş bir isim olarak sizin ‘kumpas’ manevrasını nasıl gördüğünüzü merak ediyoruz. Örneğin, “11 kez sandıkta size oy vermeme sebep olan bu değildi” dediniz mi? AK Parti’nin niçin böyle davrandığının rasyonalitesini söyledim, ama bu tasvip ettiğim anlamına gelmiyor. Ben o davaların önemli çapta doğru davalar olduğunu, orada gerçekten suç işlenmiş olduğunu düşünüyorum. - AKP’nin bu tercihi, idealinizdeki Türkiye’ye nasıl bir zarar verdi? Doğal olarak hukukun hakim olacağı bir düzeni erteledi. Araçsal siyasi amaçlarla daha fazla yürünmesini meşru kıldı. Türkiye’nin kurumsallaşmasını da dolayısıyla ertelemiş oldu. O yüzden de Türkiye’nin lehine bir şey olmadı. “Yarı veya tam askeri müdahaleler mümkün” - “Asker potansiyel müdahale yeteneğini koruyor” diyen size göre, AKP aslında darbe sayfasının da kapanmamasına yol açtı mı? O, AK Parti’nin bu anlamda yaptıklarıyla bağlantılı bir şey değil, onu çok aşan bir durum. AK Parti tökezlediği, dünya konjonktürü uygun olduğu ve içeride belli bir özne koalisyonu oluştuğu takdirde Türkiye gibi ülkelerde her zaman yarı veya tam askeri müdahaleler mümkündür. - Siz de ‘kandırılmış’ hissedenlerden misiniz? Hayır çünkü ben zaten öyle bakmıyorum. Hükümet bana bir söz vermedi. Hükümet bir özne ve ben onu anlamaya çalışıyorum, hangi kriterlerle yol aldığını çözümlemeye çalışıyorum. - Bir yandan da sandıkta oy veriyorsunuz. Evet, sonunda mukayese ediyorum. Var olanlarla… Türkiye’nin geleceğine bakıyorum ve şu soruyu soruyorum: Türkiye’yi geleceğe kim taşıyabilir, bir sonraki adımda kim daha çok doğru yapabilir ve demokratlaşma hangi sosyal kesim üzerinden olacak? “CHP düzgün davransaydı AK Parti’nin ordu veya cemaatle temasını kabul etmezdim” - Askerle yan yana duran bir yapıyı tasvip etmeniz ne kadar mümkün? Daha önce de cemaatle işbirliği aynı şeydi. Sistem AK Parti’nin kendi başına bu dönüşümü normal bir hükümet gibi yaşayabilmesine izin vermedi. Bu durumda AK Parti’ye de adil davranmak zorundasınız. CHP doğru düzgün davransaydı da AK Parti reddetseydi dediğiniz doğru olurdu, o zaman AK Parti’yi eleştirirdim. Orduyla, cemaatle olan temasını kabul etmezdim. Ama yalnızlaştırılmış, çevreden gelmiş ve bürokraside, devlette herhangi bir tutamağı olmayan bir partinin birileriyle işbirliği yapmasını anlamak durumundasınız. “HDP’nin arkasında PKK, CHP’nin ordu, MHP’nin arkasında bürokrasi var” - 14 yıl boyunca iktidar olmuş bir partinin yalnız olduğunu, bunun da sorumlusunun muhalefette olan, buna rağmen örneğin koalisyon sürecinde çaba gösteren taraf olan CHP olduğunu söylüyorsunuz. Bu çelişkiyi siz nasıl açıklıyorsunuz? Koalisyon süreci her taraf için 3 aylık bir parantez. AK Parti iktidara geldiğinde arkasında sadece sandık varken HDP’nin arkasında PKK, CHP’nin arkasında ordu, MHP’nin arkasında geçmişten gelen koca bir devlet bürokrasisi var. Bugün bir devlet kurumuna gidin, ne kadar milliyetçi, ne kadar İslami olduğunu ölçün. Milliyetçidir. Bugün Türkiye’nin hiçbir kurumu İslami terimiyle adlandırabilir durumda değil. Ve bunun getirdiği müthiş bir direnç var. Siyasetin en üst noktasındaki insanların çıkarttığı kararların birkaç ay sonra hiçbir şekilde uygulanmamış olduğunu gördüm. Türkiye dışarıdan görüldüğü gibi, hele Erdoğan figürü üzerinden okunduğu gibi iktidarın bütün dizginlerini elinde tuttuğu bir yer değil. - Sizce AKP bugün de muktedir değil mi? Böyle olmadığından ötürü AKP daha fazla içe kapanıyor, tırnaklarını daha fazla çıkartabiliyor, hatta kurumsallaşmayı engelleyici olabiliyor. Bir kanun çıkartıyor, 5 ay sonra tam tersini yapabiliyor. Bu ileri geri adımlar siyasi ortama göre pozisyon almayla ilgili ve bunun iyi bir şey olmadığı çok belli. Ama bunun niçin olduğu ayrı bir şey. Koalisyon sürecinde iki taraf siyasi bir satranç oynadı. Muhalefet tarafından bakmaya çalışayım; çok tehlikeli bir parti var, diyorsunuz. Türkiye faşizme gidiyor, diyorsunuz. Bu partinin başında her şeyi kontrol etmeye çalışan bir kişi var, bu kişi Başbakan’ı önemsizleştiriyor, diyorsunuz. Önünüze bir koalisyon imkânı geliyor ve “Bunu Cumhurbaşkanı engelleyecek” diyorsunuz. - Sizce bu sebeple mi koalisyon yolu kapandı? Siyaseten bunu kıracak olan hamleyi yapmıyorsunuz; “Süresi önemli değil, ben koalisyona giriyorum” demiyorsunuz. Bu tür bir hamle CHP’ye hiçbir şey kaybettirecek değildi. Şunu görmemiz lazım; AK Parti kendi içinde büyük bir siyaset dünyası, büyük bir fenomen. Siyasetin dinamiği giderek AK Parti’nin içine taşınıyor ve oradaki güç dengeleri siyaseti belirliyor. - Koalisyon görüşmeleri yapılırken sizden bir alıntı: “Çok net bir koalisyon protokolü yapılır, kamuoyuna sunulur ve herhangi bir taraf anlaşmayı bozduğu an koalisyonun biteceği söylenir. Bunu bozacak taraf AKP olmayacağına göre girilecek seçimde siyasi bedeli CHP ödeyecektir.” CHP’ye dair kehanetinizin kaynağı ne? Burada AK Partililere şunu anlatmaya çalıştım; “CHP’yle herhangi bir işbirliği kısa da, uzun da olsa bir sıfır noktası sağlayacak AK Parti’yi ve Türkiye’yi yönetilebilir hale getirecek.” “Her sabah doz gibi alınan yazarlar laik kesimi apolitize ediyor” - Genel olarak “Laik kesimden çıktığım için onlara sesleniyorum” diyen siz bu yazınızda AKP’ye mi seslendiniz? Okuyucu sağduyulu bir okuyucudur Türkiye’de. Hangi yazının kime ne dediği bellidir, ona göre okur. Benim okuyucum ne klasik laik, ne klasik İslamcı. Bu ikisinin arasında gezinen ve epeyce düşünmeye çalışan bir kitleden bahsediyoruz. - Her yazar okurunu ayrı sever. Benim gibi bir sürü insan var ve bunları öyle okuyorlar. Beraber düşünme yazıları bunlar. - Sizin ve benzerleriniz dışındaki yazarların okurları düşünmeyen, dar bakış açılı kişiler mi? Bazı yazarlara baktığımda psikolojik tatmin için okunan çok fazla köşe yazısı olduğunu düşünüyorum. Her sabah alınan bir doz gibi. Sizin pencereden haykırmak istediğiniz şeyleri söyleyen yazıları okuyup rahatlıyorsunuz ve aynı şeyleri yapmaya devam ediyorsunuz. Bu yazarlar laik kesimi apolitize ediyor. İslami kesimin içinde de insanları bloke eden yazılar yazanlar var. - İki taraftan da yazar örnekleri verir misiniz? İsim vermem, neden vereyim? Herhangi bir gazeteyi alıp karıştırdığında orada gözüküyorlar. “Türkan Saylan, Şık ve Şener’e yapılan yanlıştı, ama haklarında yazdıklarım ideolojik” - Ergenekon davası sürecine dönerek köşenizden uzun iki alıntı yapacağız: “Ergenekon darbe girişimi, kendisini destekleyen bir sivil toplum ayağı da yaratmış, ya da zaten ideolojik olarak buna yatkın olan örgütleri mobilize etmişti. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği de bunlardan biri… Saylan’ın kendisi doğrudan işin parçası olmamış olabilir ama muhtemelen gözaltına alınanlar arasında ‘işin içinde’ olanlar da var ve Saylan da o örgütün başı…” “Laik yazarlar Türkan Saylan’ı kayırma konusunda içgüdüsel bütünleşme yaşıyor. (...) Türkan Saylan her yaptığını ideolojik olarak anlamlandıran ve militanca yapan biri. (…) O kendi iradesiyle ve hasta olmasına rağmen bu örgütün başında olmayı tercih ediyor ve yönetim kadrosunu da denetliyor. Bu gerçeklere rağmen Saylan güzellemesi yapmak isteniyorsa, Kemalizm ve modernizm güzellemesine de yanaşmaktan başka çıkış yolu yok. Nitekim Saylan da evinin aranmasından iki gün sonra şöyle demekteydi: ‘Ülkemizi sattırmayız, böldürmeyiz. Her devrimin bir karşı devrimi vardır. Devrimimizi korumak zorundayız.’ Bu bir itiraf... Saylan ideolojik açıdan Ergenekon’un parçası olduğunu bundan daha iyi söyleyemezdi.” 2010’da, Saylan öldükten 19 ay sonra Ergenekon kapsamında gözaltına alınan 13 ÇYDD yöneticisi hakkında dava açılmasına yer olmadığına karar verildiğini, daha sonra hard diske ‘Türkan Abla’ dosyasının sonradan eklendiğini, bu haberlerden yola çıkarak Sabah dahil “Saylan hakkında gerçekler ortaya çıkıyor” başlığı atarken siz nasıl bir muhasebe yaptınız? Ben hiçbir zaman hiçbir şekilde Türkan Saylan’ın kriminal açıdan suçlu olduğunu, hüküm giymesi gerektiğini söylemiyorum, söylediklerim ideolojik. Mahkemenin kararı, o kişinin ideolojik olarak yaptıklarını ortadan kaldırmıyor. Türkan Saylan’ın kendisiyle ilgili söylediklerini okudunuz. “Bu ülke bizim” diyen bir laik figürden bahsediyoruz. Türkan Saylan savunusu yapan insanlar da aslında bunu savunuyorlar. Kimse çıkıp da şu örgütün bir yerine ilişmiş şu insanın suçlu olup olmadığını tartışmadı. Suçlu olsa ne olur, olmasa ne olur? Buradaki tartışma kimin ne kadar kriminal olduğu değil, laik kesimin kendi motifleri üzerinden kurduğu algıyla bu ülkeyi tanımlama çabasıdır. Bu kabul edilebilir bir şey değil. - Siz ideolojik eleştiri yaptığınızı söylerken bu insanın evine operasyon yapılıyordu. Ben onları hiçbirisini onaylamadım, Ahmet Şık, Nedim Şener olayı gibi. Onlara yapılan şeylerin yanlış olduğu çok net. Ama onlara hukuken yanlış yapıldığı için, bu kişiler siyaseten aklanmış olmuyorlar. - 375 gün tutuklu kalan ve beraat eden Şık ve Şener’in siyaseten yaptıkları şey sizinle aynı pozisyonda olmamak. Biz ideolojik bir tartışma yapıyoruz. O da beni siyaseten aklamasın, bunun bir maliyeti yok. “Mağduriyetlerle fikir tartışmasını belirleyemezsiniz” - Şöyle bir maliyeti var; onlar suçlanıyor ve bu nedenle cezaevinde, siz dışarıdasınız ve suçlamaların çıkış noktasından yazılar yazıyorsunuz. Sizin yanınızda savcı dururken, dönemin başbakanı “Ben bu davanın savcısıyım” derken ve o kişiler cezaevindeyken bu nasıl bir ideolojik tartışma oluyor? Erdoğan’ın bunu demesinin doğru olmadığını söyleyelim; “Ben bu davanın savcısıyım” diyemez. (Deniz) Baykal da çıkıp “Ben de avukatıyım” demişti. Kalite birbirinden çok farklılaşmıyor. Bu insanların mağduriyetleri fikir tartışmasını etkilemesi gereken bir faktördür, diyorsanız olabilir. Ben o fikirde değilim. Aydın dünyasında herkesin mağduriyetleri var, birçoğumuz seslendirmiyoruz bile bunları. Ama mağduriyetlerimizden hareketle fikir tartışmasını belirleyemezsiniz. Fikir tartışması, fikir tartışmasıdır. Fikir tartışması belirli pozisyonlarıyla, bunun gerekçeleri ve mantıkla, ahlakla ilgilidir. Yoksa “Bana yanlış yapıldı, dolayısıyla benim fikrim doğrudur” diyemezsiniz. - “Mağdur oldukları için doğrular” demeden, biri cezaevinde, biri Taraf gazetesindeki köşesinde ‘Çorbadaki kıl’ı yazan iki insanın tartışabilme imkânını sorguluyoruz. Çorbadaki kıl nedir? Siz bir şey yapmışsınız, ‘bir araştırmacı gazetecilik’, bunların nasıl yapıldığını, çok da gazetecilik olmadığını biliyoruz. Ve siz hapishaneye girerken mesela Hrant Dink adını kullanıyorsunuz. Bence çorbadaki kıl budur. Siz bunu yapamazsınız. Orada ağzınızı bu konuda kapamanız lazım. Beni değil, bambaşka insanları da isteyebilirsiniz, ama eğer benim gibi insanların yanınızda durmasını istiyorsanız onun ima ettiği etik bir çizgi var. - Etyen Bey, bir insan cezaevine neden ağzını kapayıp girsin? Ağzını açtığın zaman söylediğin şey tamamen refleksle çıkmış olan şey değildir. Bir aydının ağzını açtığı zaman söylediği her şeyin sorumluluğu var ve bunu taşımak zorunda. “Belki gereğinden fazla hassas davranıyorum, ama gıcık kapıyorum” - “Dokunan yanar” ifadesi bugün size problemli geliyor mu? “Dokunan yanar” lafı abartılmış ve kendini öne çıkaran bir laf. “Dokunan yanar” değil, bazı dokunanlar, bazen yanar. Burada kendinizi bir tür ‘martyr’, yaşayan şehit haline getirmek var. Ben bu davranışların çiğ olduğunu düşünüyorum. Bu arkadaşlara yapılmış olan şeylerin haksızlık olduğunu, kabul edilebilir olmadığını baştan beri söyledim. Hapse atılmaları saçma sapandı. Ama o sırada yapılan bu iki kişinin veya Türkan Saylan’ın tartışılması değildi. Oradan hareketle aydın dünyası içindeki bir tartışmaydı. Esas olay hâlâ laik kesimin, kendi içinde kendisiyle barışık hâle gelememesine yol açan bir tartışma. Ben laik kesimden gelen birisi olarak, belki gereğinden fazla hassas davranıyorum, olayı gereğinden fazla hissediyorum. Ama açıkçası gıcık kapıyorum. Laik kesimin içindeki insanların daha serinkanlı, sağduyulu, adil, mesafe alarak, daha geniş bakışla bakmalarını ve ne söyleyeceklerse öyle söylemelerini istiyorum. - Yıl 2013’e geldiğinde ise şunu söylediniz: “Balyoz ve Ergenekon davalarında hukuksuzluk olduğuna dair çok sayıda şikâyet oldu ve o yönde bir algı oluştu. Hükümet yanlıları ise değerlendirmeyi vesayetçi sistemin savunuculuğuna indirgediler ve ulusalcı siyaseti veri aldığımızda muhtemelen önemli oranda da haklıydılar. Ama söz konusu davalarda gerçekten de ‘hukuksuzluk' yaşandı. Bunlardan biri, kısaca ifade etmek gerekirse adil yargılanma hakkını rencide eden cinstendi.” O zaman da bunları yazdım, bu nüansı oraya koydum, bu yeni bir şey değil. “Önemli olan mağduriyet değil, o mağduriyetin suiistimal edilip edilmediği” - Gözümüzden kaçmış olabilir, ancak bahsettiğiniz nüanslara rast gelmedik. Bununla birlikte Etyen Mahçupyan’ın süreçte ağırlıklı olarak bahsettiği... Evet, başka bir şeyden bahsediyorum. Bir yazar bazı okuyucularının değer sistemine uygun kriterler üzerinden yazmak zorunda değil. Her yazarın kendi değer sisteminden türemiş kriterleri var. Sizin bir mağduriyetiniz var ve bence de bu bir mağduriyet. Ben bunu allayıp pullayıp yazabilirim, ama bence önemli olan mağduriyet değil, o mağduriyetin suiistimal edilip edilmediği. Benim için hep bu daha önemli oldu. AK Partililerin mağduriyeti konusunda da bunu düşünüyorum. AK Partililer de mağdurdular, Kürtler de mağdur. Önemli olan mağduriyetinize nasıl yaklaştığınız. Mesafe alabildiğiniz zaman onu demokratik bir düzenle kaldırma şansınız var. Suiistimal etmeye başlarsanız, bu şu demektir: Siz de gücü ele geçirdiğinizde aynı şeyi yapacaksınız. Çünkü suiistimal gayri adil bir durum, bir araçsallaştırma. Türkiye’nin problemi zaten bu. Saylan, Şık, başlarına ne gelmiş olursa olsun siyaset yaptılar o noktada. Siyaseti kendi durumlarını suiistimal ederek yaptılar. Beni o noktada aydın olarak onların yaptığı ilgilendiriyor. Ermenilerin aydınlarına da ben böyle bakıyorum. Ermenilere soykırım yapıldı diye Ermeni aydınların yaptığı her şey haklı mı bulunacak? Onların bir sorumluluğu var, bunun gereğini yapmadıklarında bizzat Ermenilere zarar veriyorlar. Aynı şey. “Hrant’ın adı geçmeseydi belki o yazıyı yazmazdım” - “Mağduriyeti değil, suiistimali önemsiyorum” diyerek eleştirmeyi tercih ettiklerinizin AKP iktidarı döneminde yaşanan bu haksızlıklarla örtüştüğünü, dolayısıyla pozisyonunuzun AKP için kullanışlı olduğunu düşünür müsünüz? Ben bir tane insanım. Şunu veya bunu söylememle Türkiye’nin çok etkilenmesi ya da AK Parti’nin olduğundan başka bir noktaya gitme ihtimali yok. Hitap ettiğim insanlar her taraftan ve yazar onlarla konuşan bir kişidir. Ben o noktada neyi önemsediğimi söylemeye çalıştım. Şunu da söyleyeyim; Hrant’ın adı geçmeseydi belki onu da yazmazdım, belki bunun arkasında duygusal bir taraf da var. Çünkü o dönem herkesin Hrant’çı olduğu, Hrant’ın suiistimal edildiği, insanların yeterince ahlaki olamadığı bir dönemdi. “Davaları mahkeme itibarsızlaştırdı, AK Parti araçsallaştırdı” - Bu düşüncenizi temel alarak yazdığınız “Hrant’in parazitleri” yazınızdan: “Özgürlük mücadelesinin ekseni AK Parti karşıtlığı olarak kurgulanırken, devlet de Ergenekon davalarının itibarsızlaştırılması sayesinde ihya edilmeye çalışılıyor.” AKP, davalar için “milli orduya kumpas’ manevrası yaptığı noktada gözünüzde davayı itibarsızlaştıran AKP oldu mu? Asıl itibarsızlaştıran mahkemelerin kendisi oldu. O noktadan sonra siyasi olarak bunu araçsallaştıran da iktidardı. Niçin böyle yaptığını biraz önce konuştuk. - “Hukuken bu insanlara yapılan yanlıştı, ama siyaseten aklanmadılar” diyen siz tüm sürecin ardından iki konu arasında kurduğunuz dengeye dair “Çok iyi yaptım, içim rahat” diyor musunuz? Hiçbir zaman “Çok iyi yaptım, hiç açık vermedim” demem, çünkü bunu fazla irdelemeye de çalışmam. Ben bir sonraki yazıyı düşünüyorum. - Kendinizi geriye dönük sorgulamaz mısınız? Bu tür bir sorgulama esasta epeyce kibirli bir sorgulama. Benim türümde bir kibir değil. Sanki ben hep doğru yapmam lazımmış gibi. Sonuçta ben bir insanım, aklım var, duygularım var. “Ergenekon, KCK, cemaat tartışmalarında daha mesafeli olmak gerekirdi” - Geriye dönüp “Yanlış yaptım mı acaba” demek sizce neden kibir? Laik kesimi özeleştiriye çağırırken sizin kendinizi geçmişe dönük sorgulamadığınızı söylemeniz tuhaf değil mi? Şunu söyleyebilirsiniz, bazı noktalarda daha mesafeli olmak gerekirdi. - Örneğin? Bütün bu bilgiye dayalı davalar. Hukuki alan bizim önümüze konan paketle sınırlı, bu hep böyle oldu ve böyle de olacak. Bunun çok daha ötesinde içeriden gerçek bilgiye ulaşma yeteneğine sahip değiliz. - Fazla hızlı ve sıcak davrandığınızı mı düşünüyorsunuz? Evet, herkes öyle davranıyor. Herkes öyle davrandığı için siz de mecbur oluyorsunuz önünüze konan o paketle ilgili bir şey söylemeye ve insanlar siyasi, ideolojik tutum aldığı ölçüde siz de tutum alıyorsunuz. Böylece ortak yanlışın içine doğru gidebiliyorsunuz. - Geçmişe dönseniz farklı ne yapardınız? Siyasi tartışmada çok başka bir şey söyleyeceğimi sanmıyorum ama o yazıları yeniden yazsam daha nüanslı yazardım. Aralara şüphe cümlesi koyardım. - Somutlaştırır mısınız? Ergenekon, KCK, cemaat meselesi. KCK meselesi örneğin çok ilginç bir olaydı; ilk başta önünüze KCK’nın anayasası geliyor. Bunun elle tutulur bir tarafı yok. İdeolojik olarak bir kere zaten itiraz ediyorsunuz. Ondan sonra tutuklamalar geliyor, bilgi eksikliğiniz var, ne yapmışlar bilmiyorsunuz. Ve hâlâ ortada yapılan işi bir miktar onaylayan bir şey söylüyorsunuz. Ama sonra iddianame geliyor, tam tersini söylüyorsunuz. Ben öyle yaptım. Ancak onu okuduğunuz zaman anlayabiliyorsunuz durumun vahametini. Şu anda Erdem Gül-Can Dündar olayı mesela... Yaptıklarına ilkesel olarak karşı çıkabilirsiniz, öyle de yaptık. Diyorsunuz ki “Bu çok eski bir haber.” Tamam, içi çok kötü, kötü bir gazetecilik olabilir, haberde IŞİD olmadığı halde manşete IŞİD çekilmiş. Bu ahlaklı bir gazetecilik değil... (T24’ün notu: Cumhuriyet’in yargılamaya konu olan MİT TIR’ları haberlerinde manşete IŞİD çekilmedi, silahların rotası olarak “Suriye’deki iç savaşa gidiyordu” ifadeleri kullanıldı.) “Cumhuriyet iddianamesinde inandırıcı kanıt ihtimali yok” - Ali Bayramoğlu, örneğin MİT TIR’ları için “Ben de yayımlardım” dedi. İş elinize gelen şeyi yayımlamamak değil, nasıl yayımladığınız önemli. Bunlar bir tarafa, iddianameyi görüyorsunuz ve hiçbir inandırıcı kanıt ihtimali yok. O noktadan sonra artık bunu siyaseten savunmanız mümkün değil. Ama şu vardı; bu davada bilgiye çok daha hızlı ulaştık. Ya da bilgisizlik olduğuna... - Bunun bir nedeni Ergenekon hâkimlerinden Köksal Şengün’ün bile okumadan kabul ettiğini söylediği bir iddianamenin kabarıklığıydı. Fakat aydınlar, köşe yazarları, hukukçular mesai harcamadan konuşmayı tercih ettiler. Doğru, o yüzden ben yazılarımda hukuki alanın içine girmiyorum. - Tam da bunu söyleyerek kendinizi sorumluluktan kurtaran bir alan yaratmıyor musunuz? Mevzu hukuki süreçken “Ama ben ideolojiyi yazıyordum” diyorsunuz. Ama o tarafı da var. - Askeri vesayete karşı çıkmak, Hilmi Özkök’ün kendisinden muhtıra vermesinin talep edildiğini söylediği bir vakada bunu da içeren bir sürecin davaya konu olması elbette gerekli ancak insanlar hukuki ihmallerle yargılanırken “Ben ideolojiyi tartışıyordum” demek ne kadar doğru? İdeoloji, hukukun önüne geçmiş olmadı mı? Hukuki davanın kendi çerçevesi içinde olan bitene ulaşmamız çok mümkün değil. Bu ayrıca bir çaba gerektiriyor. Ve mesele o dava çerçevesinde kalmıyor. Dava siyaseten anlamlandırılıyor ve ideolojik olarak kullanılıyor. “Yeterince bilgisi olmayanlar, bir siyasi tartışmaya araç olundu” - Bunu yaparak, misal Zekeriya Öz’ün, yoluna ispatlama çabası göstermediği iddialarla devam etmesi için alan da açmış oldunuz mu? Tabii, doğru. İstemediğim bir sonucun ortaya çıkması anlamında bir faktör orada var tabii ki. Zekeriya Öz bir şey yaptığında onu sadece hukuken birileri ele alıp bir şey söyleseydi o zaman ben bunu izleyecektim muhtemelen. Ama bunu siyaseten kullanmaya başladıkları zaman iş daha geniş bir bağlama oturuyor. Çünkü o zaman da tam bilmediğiniz bir hukuki çerçeveyi aslında aklamaya çalışıyorsunuz. Bir de şu var, bir köşe yazarı kendi ilgilendiği ve hoşlandığı alanlarda yazıyor. Yüzlerce köşe yazarı var ve hiçbir okuyucu tek bir köşe yazarı okumuyor. - Ana gündem bu davalar olduğu ve tarihi niteliği taşıdığı için, hukuksuzlukları eleştirenler ‘Ergenekoncularla iş tutmak’la da suçlanabildiler. Sizin bunun başvurduğunuz tabirle sorsak; o dönemki nüans eksikliğiniz de sizce davaları “sulandırmaya” neden oldu mu? Olayın ortaya çıkmasıyla beraber, yeterince bilgisi olmayan insanların yaptığı bir siyasi tartışmaya araç olunduğunu düşünüyorum. Bilgiye sahip olana kadar da gerçek pozisyonlarımızı o dava bağlamında aramamış olduk. Birbirimize karşı pozisyon aldık. Bu da aslında çok yıpratıcı ve boşa giden bir süreçti. - “Aydın ve yazarlar birbiriyle tartışmış oldu” mu diyorsunuz? Aramızdaki kadim tartışmanın ilave bir aracı gibi telakki ettik. Bu da çok övünülecek, matah bir şey değil. Bu çok açık. Ama Batı’da olup Türkiye’de olmayan bir şey var; bunlar ciddi özel gazetecilik marifeti gerektiriyor. Olayın ne olduğunu anlamamızı sağlayacak olan bir gazetecilikten yoksunuz biz. O zaman da içinde ne olduğunu bilmediğimiz bir paketin işlevlerini tartışıyoruz. Burada da insanlar siyasi konumlarına göre pozisyon aldılar. Herkes gibi ben de öyle yaptım. - Geleceğe ‘süreçte aldığım ders’ deyip nasıl bir not bırakırsınız? İnsanlara “Herhangi bir hukuki davanın içeriğini, mantığını ve iddianamesini yeterince görmeden bu tür tartışmalara girmeyin” demek olur herhalde. Mahçupyan Davutoğlu’nun danışmanlığına geldiğinde nasıl bir dünyayla karşılaştı? Akşam’daki köşesi neden kapandı? AKP’yle hangi noktada, neden kırılma yaşadı? Bir kesimin zihnindeki “Rejim faşizme evriliyor” kaygısını nasıl değerlendiriyor? Ana hatlarından biri kitlesellik olan faşizmin, Türkiye’de şimdiye kadar neden çıkmadığını açıklarken ataerkilliğe işaret eden Mahçupyan şu ifadeleri kullanıyor. “Türkiye’de ataerkillik içi dini ideolojiyle doldurulmuş bir zihniyet. Ve din de, laik kesimin pek anlamadığı şekilde, özgürlük alanları açan bir şey. Çünkü kimse gerçekten Allah’ın ne istediğini bilmiyor, dolayısıyla kimse ‘Ben bunu biliyorum’ diye bir şeyi bir noktadan sonra bastıramaz. Ataerkillik kendi iç dünyasında demokratlığı üretemeyebilir, ama otoriterliğe de cevaz vermeyen kendi iç korumalarına sahip.” Etyen Mahçupyan’ın T24’ün sorularına verdiği yanıtlar için buyrun. “Danışmanlık müessesesi de oturmuş değil” - Siz Ahmet Davutoğlu’nun danışmanlığını yaptığınızda nasıl bir ‘danışmanlar dünyası’ gördünüz? Ben çok kısa bir süre danışman oldum. Türkiye’de danışmanlık müessesesi de oturmuş değil. Kendi başına çalışır bir çark yok orada. Dolayısıyla zaman zaman konuya göre, bir araya gelmeler oluyor. - Siz hangi konularda bir araya geldiniz? Ben örneğin Alevilerle ilgili olan paketin hazırlanma sürecinde bir dizi toplantıya katıldım. Başka bir sürü alanda yapılanlara da katılmamışımdır. Bu bir takdir meselesi. Siyasetin gerekliliği neyi icap ettiriyorsa orada oluyorsunuz. Sistem böyle çalışıyor. - Cumhurbaşkanı danışmanlarının da toplantılara katıldığı oluyor muydu? Hayır, ben Başbakanlık’taydım. Ama istenirse herhangi bir toplantıya herkesi davet edebilirsiniz. “Davutoğlu siyaseti kucağında buldu, hâlâ öğrenme sürecinde”
Bazı yolların başı, yolun sonunda mı anlaşılıyor?
Türkiye'nin askeri vesayet mazisiyle yüzleşmesi yolunda yarattığı umut, rövanşizmin hukuku ötelemesiyle heba edilen Ergenekon ve Balyoz davaları... AKP'nin yola koyulduğu yer ile otoriterizm tartışmalarına neden olan vardığı nokta arasındaki mesafe... Fethullah Gülen cemaatine ilişkin tartışmalar... Nihayet medyanın, gazetecilerin, yazarların, aydınların süreç içindeki tavırları nedeniyle güncel bir soru bu. Her kesimde samimi bir muhasebe gerektiren, her kesimde cevap arayan bir soru.
T24'ün uzun bir süredir her kesimde cevabını aradığı soruların bu haftaki muhatabı Etyen Mahçupyan'dı.
11 kez oyunu AKP’ye verdiğini açıklayan, muhafazakâr kesimi odağına alarak Türkiye’de zamana yayılmış bir ‘halk ihtilali’ yaşandığını savunan Mahçupyan’ın Akşam’daki köşesi kısa bir süre önce kapatıldı.
İktidara yakın medyada köşelerinden olan gazeteci ve yazarlar listesi, kapsama alanına Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun danışmanlığını da yapmış Mahçupyan’ı da alırken bugünü yaratan geçmişi konuşmak üzere buluştuk.
1950’de Katolik Ermeni bir ailenin çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya gelen Mahçupyan, bugün Türkiye'deki fırsat eşitliği bağlamında‘yüzleşmesi gereken bir imtiyaz’ olarak da gördüğü Robert Kolej’de okudu. Öğrenimini Boğaziçi Üniversitesi’nin kimya, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin iktisat bölümlerinde sürdüren Mahçupyan, bir süre yaptığı akademisyenliğin ardından 1996’da vedalaşacağı ticaret dünyasında 16 yıl mesai yaptı. İş adamı Cem Boyner’in liderliğini yaptığı Yeni Demokrasi Hareketi’ne katılan, 1997’de Radikal’de köşe yazmaya başlayan Etyen Mahçupyan, 2001’den itibaren Zaman gazetesinde yazmaya başladı. 2007’de, Hrant Dink’in öldürülmesi ardından Agos’un yayın yönetmenliğini üstlendi. 2008’de Taraf’ta da yazmaya başlayan Mahçupyan’ın Zaman’daki köşesi 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları ortaya çıktıktan bir süre sonra kapandı. Ardından Ethem Sancak’ın sahibi olduğu Akşam’da yazmaya başlayan Mahçupyan, Başbakan Davutoğlu’nun resmi olarak yaklaşık 4 ay danışmanlığını yaptı. Bu süreçte yazılarına devam eden Mahçupyan'ın Akşam'daki köşesi, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Yiğit Bulut'un kendisini işaret etmesinden kısa bir süre sonra, Şubat ayında kapatıldı.
Bugün, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'a yakın gazetelerden çıkarılan/ayrılan Mustafa Karaalioğlu, Yusuf Ziya Cömert, Mehmet Ocaktan, Hakan Albayrak gibi isimlerin de yazar ve yöneticileri arasında olduğu Karar’da yazan Mahçupyan, Türkiye'de liberal aydınların sembol isimlerinden biri olarak anılmakla birlikte kendisini ‘demokrat’ ifadesiyle niteliyor.
Mahçupyan'ın T24’e verdiği ve kapsamı nedeniyle iki bölümde yayımlayacağımız söyleşinin ilk bölümü şöyle:
- Sizce bugün Türkiye’de hüküm süren rejimi hangi kavram daha iyi yansıtıyor: Demokrat, otoriter, liberal, otokrat...
Bu tür kavramların tek başına açıklayıcı olduğunu sanmıyorum. Kendine has bir tarihe, siyasi kültüre sahip bir ülke burası. Bu ülkede mağdurlar, baskı uygulayan faillerden çok daha farklı zihniyetlere sahip olmayabiliyorlar. O yüzden de olumlu ve olumsuz olaylar birlikte oluyor. Bu, son 10-15 senede daha dikkat çekici biçimde oldu. Çevredeki iki parti, Kürtler ve AK Parti merkeze doğru geldi. Bu iki hareketin Türkiye’de demokratikleştirici bir unsur olduğu çok açık. Bir siyaset alanı açıldı ve buradan yeni bir adalet, ahlak, eşitlik anlayışı üredi. Ama bunları yaptıkları için bu insanlar demokrat olmadılar, kültürlerinin getirdiği zihniyetlere sahipler. Ben AK Parti’nin ataerkil, HDP’nin otoriter olduğunu düşünüyorum. Fakat bu, olumlu etkilerini göz ardı etmemizi gerektirmiyor.
AK Parti’nin şu anda kurduğu düzen de birden fazla zihniyetin iç içe geçtiği bir amalgam. AK Parti, bakışının ürünü olan bir rejimi kurmaktansa var olan rejime tepkilerle kendini yeniden üretti. Bu da ister istemez otoriterliğin ağır bastığı bir dönem yaşamamıza neden oluyor. Çünkü Türkiye 80-90 yıllık bir Kemalizmden geliyor ve onun gidip birdenbire demokrat bir rejimin başlaması zaten mümkün değil. Kabuğun kırılması nesiller içindeki değişimle oluyor. AK Parti ve HDP’nin tabanındaki yeni nesillerin kendi normlarını geliştirerek siyasete ağırlık koymasıyla ancak ileride bir gün demokrat bakışın egemen olma ihtimali var.
- Sizce AKP bugün eski rejimle hangi noktalarda örtüşüyor, hangilerinde ayrışıyor?
Bence en önemlisi, araçsallaştırma. Siz bir ilkeyle yola çıkıyorsunuz, eğer bir baskı görmüyorsanız o ilkeyle devam ediyorsunuz. Ama bu çok uzun bir yol olmuyor. Çünkü sistem ya da çevre size genellikle geçmiş kültürün içinden üretilen bir tepkide bulunuyor. Bu da epeyce otoriter ve bel altından vuran bir yaklaşım olabiliyor. O zaman refleks yine bir araçsallaştırmayla cevap verme oluyor. AK Parti kolaylıkla başkasının oyununu oynamayı kabullenen bir parti oldu. Türkiye’de, kavga ne kadar egemense demokratlıktan uzaklaşma da o kadar doğal.
- “AKP’nin her gayri meşru hareketi, olağanüstü hâle çevirme fırsatı olarak da gören bir partiye dönüştüğünü” de söyleyen bir yazar olarak, sizce AKP, kavgaya kapılan bir partiden ziyade kavga arayan bir parti de olmadı mı?
AK Parti bir tehdit algıladığı zaman, hele bu algı tabanına yayıldığında kendini korumak üzere bir zırh üretiyor. Ve bunu araçsal bir mantıkla hızlı, kolay ve etkin bir biçimde yapma yoluna gidiyor. Türkiye gibi bir ülkede bunu yaptığınızda hukuk ne anlama geliyor belli olmaktan çıkıyor. O kavga ortamı geldiğinde demokrat davranabilse çığır açıcı bir iş yapmış olur, ama AK Parti de o noktaya geldiğinde ayakta kalma güdüsüyle davranıyor. Ve bu güdü, tabandan da destek aldığında meşru hale geliyor. O zaman otoriterliğin meşrulaştığı bir dünyada yaşamaya başlıyorsunuz.
- Toplumun önemli kısmının sorun görmemesi ‘otoriterliğin meşrulaşması’na neden olabilir mi?
Tarihte bir sürü örneği var bunun. Özellikle dış tehdit, içeride otoriterliği meşrulaştırır.
- Örnek verir misiniz?
Şu anda IŞİD saldırıları sonrasında “Avrupa otoriterleşiyor mu, demokratlaşıyor mu” diye sorduğunuzda, tabii ki otoriterleşiyor. Peki, bu meşru mu, değil mi? Meşru. Çünkü toplum “bunun böyle olması gerektiğini” söylemeye başlıyor.
- Avrupa örneğinizdeki IŞİD tehdidine karşı genel güvenlik önlemlerinin artırılmasıyla Türkiye’de kast edilen otoriterleşme arasında fark yok mu?
Fark var çünkü siyasi kültür ve tarihleri farklı. Her toplum kendi siyasi tarihinin içinden bu otoriterleşmeyi üretiyor.
- Siz 2014’te “Bence AK Parti otoriter olmadı, baştan beri zihniyet olarak otoriter. Ama demokratikleşme adımları atıyor. Tabandan umutluyum, otoriter bir Erdoğan kendi tabanını bile yönetemez” derken muhalefetin ‘otoriterleşme’ eleştirilerini şöyle tanımladınız: “Sadece yüzeysel bir manipülasyon gayretini ifade eden bir suçlama.” Sizin söylediğinizi muhalefet söyleyince neden ‘yüzeysel manipülasyon’ oldu?
AK Parti’ye “Sen otoriterleştin” demek yarım bir cümle ve hiçbir etkisi yok. “Sen niçin otoriterleştin”i söylemeniz lazım; “Tamam, bir miktar haklısın belki ama bu böyle olmaz” demeniz lazım.
- Neden bir parti veya kimse sizinle aynı pozisyonda durup AKP’ye “Bir miktar da olsa haklısın” demek zorunda?
Muhalefet, yönetenlerin farklı bir şey yapmasını, örneğin daha demokrat olmasını istiyor. Bunun için eleştiriyi AK Parti’nin duyacağı, dinleyeceği türde yöneltmemiz lazım. Bu da AK Parti’nin yaşamakta olduğu durumu adil bir biçimde ortaya koymakla oluyor. 17-25 Aralık’ın ne demek olduğunu söylemeden, sanki o hiç yokmuş gibi davranarak “AK Parti hukuka müdahale ediyor” derseniz buna AK Parti tabanı güler. “17-25 Aralık diye bir şey var, ama sen böyle davranmak zorunda değilsin” derseniz bunu dinleyecek çok insan bulursunuz. Türkiye’deki muhalefet AK Parti’ye bakarken bu adil çizgi üzerinden davranmadı.
- İktidar denilen şey neden sizin gözünüzde ikna edilmesi gereken bir yapıya dönüşüyor da demokratik hak ve talepleri göz önünde bulundurmakla yükümlü bir yapı olmuyor?
Çünkü o yönetiyor, yüzde 50 oy alıyor ve toplumun yarısı sizin gibi düşünmüyor. Siz diğer yarısında ve parçalı hâldesiniz. Son yüzyıla baktığınızda AK Parti tabanının ve tercihlerinin, siyasi çizgisinin bir haklılığı olduğunu görüyorsunuz. AK Parti’yi eleştirenlerin önce özeleştiri sürecinden geçmeleri, “Biz 80-90 sene ne yaptık” sorusuna cevap vermeleri lazım, ancak sonra AK Parti tabanının onları dinleme olasılığı olacak. 90 senenin özeleştirisi bir yana, son 15 yıla dair bir yüzleşme de yapılmıyor. “AKP yargıya müdahale ediyor” deniyor. Peki Türkiye’de yargı ne? Bir siyasi, ideolojik aktör. Yargı Türkiye’de hiçbir zaman hakem olamamış bir aktör. Yargının bu ideolojik niteliğini birinci cümle olarak koymadan AK Parti’yi eleştiremezsiniz. Ancak bunu koyduktan sonra AK Parti’ye farklı davranmasını önerebilirsiniz.
Laik kesimden bakarken bugüne niçin gelindiği konusunda objektif olalım, normatif tarafa geldiğimizde ise ne düşünüyorsak söyleyelim ve de ilkesel muhalefet yapalım. O noktada AK Parti’yi eleştirmek AK Parti’ye de, Türkiye’ye de iyilik olur. Ama eğer yaşananların nedenleriyle ilgili kaypak davranırsak hem söylediğimiz İslami kesimin kulağına gitmiyor, hem de AK Parti bunu bir düşmanlık olarak algılıyor ve bunu böyle anlatıyor. Buradan giderek de kendi araçsallaştırma mekaniğine meşruiyet kazandırıyor. Ve bu ortam oportünistleri ortaya çıkarıyor. Çünkü olanların çok derinliğe ihtiyacı yok, onlar mesela sadece reisçi davranarak siyasete tutunabiliyorlar.
Yoksa söylediğiniz ideal bir durum. Keşke bütün liderler demokrat olsa, her kesimin taleplerine cevap vermeye çalışsa filan. Ama böyle bir şey dünyada yok ve niye olsun zaten? Bunlar siyasetçi, kendi tabanlarının siyasetini yapmak üzere oraya geliyorlar. Siz AK Parti’ye eleştirinizin işlevsel olmasını istiyorsanız, bunun tek yolu AK Parti tabanının o eleştiriye katılmasını sağlamak. Laik kesim karşısından demokratlık bekleyebilir, ama İslami kesim de 80 sene bekledi. Eğer tarihsel bir teraziye koyacaksak, AK Parti’nin adaletsizlik yapabileceği daha uzun yıllar çıkabilir karşımıza.
- Mevzuda tek ölçü mağduriyetse, Kürtler ne yapsın?
O yüzden Kürtlere hak veriyoruz. Tavrı demokratlıkla hiçbir ilgisi olmayan PKK’nın, HDP’nin siyasetinin sempati bulmasının tek nedeni geçmiş mağduriyettir.
- AKP’ye ve tabanına hitap etmek adına özenle kurduğunuz cümlelere karşın laiklere, azınlıklara dair ifadeleriniz hakaret olarak da algılanacak kadar sert. Bu sizin açınızdan çelişkili değil mi?
Hayır, çünkü ben oradan geliyorum. Ben kendime karşı sertim, ötekine karşı değil. Demokratlık biraz da budur.
- Siz “Demokratlık biraz da budur” derken, bu kesimlerin artık sizi içlerinden çıkmış biri gibi görmemesine ne diyorsunuz?
Fark etmez, kültürel olarak ben oradayım. Onlar ideolojik veya siyasi olarak beni kendilerinden sayar saymaz, önemli değil. Ben oradan geliyorum ve hangi imtiyazlardan isteyerek veya istemeyerek yararlandığımızı biliyorum. Ve bugün bunu yok sayarak siyaset üretilmesini ahlaksızca buluyorum. O hakaretamiz gelen sözlerde esas olarak kullandığım ‘aptal’ kelimesidir. Bence doğru da. Laik kesim değiştirmek istediği AK Parti’ye karşı 15 senedir kendince muhalefet yapıyor, peki ne kazandı? Demek ki yaptığı şey yanlıştı.
- Laik kesim sizce bir bütün mü?
Aydın kesim için söylüyorum.
- Laik aydınlar içinde AKP’ye verdikleri destek için eleştirilenler, ‘yetmez ama evet’ tercihleriyle etiketlenmiş olan ciddi bir kesim de var. Siz bir genelleme yapmıyor musunuz?
Her kesim heterojendir. Bunu dediğiniz anda eğer argümanınız bitiyorsa, ki biter, o zaman da çok bir anlamı olmaz. Tek tek herkesi kendi farklılıkları içinde analiz edecek halimiz yok. Medyada genelleme yapmayıp ‘bazı’ kelimesini kullanarak cümleler kurma alışkanlığı var. O zaman tabii kimse üstüne alınmıyor. Bu da gayri ahlaki bir şey. Genelleme yapılsın ve insanlar onun içinden kendilerine baksınlar. Kendilerini aklayabiliyorlarsa sorun yok. Ama aklayamıyorlarsa o zaman genellemeye karşı çıkarak bir pozisyon almasınlar.
Laik kesim şunu bekleyebilir; “AK Parti bir gün duvara çarpar ve asker tekrar gelir.” Bence laik kesimin bazı insanları yenilgi psikolojisiyle bu noktaya doğru da geliyor. Ama bu yenilgi psikolojisinin sebebi bizim siyaset yapma aczimizdir. Şu an laik kesim kendi söyleyip kendi duyuyor ve daha da içe kapanan bir siyaset izleniyor. Birbirlerine benzemeyen hayat tarzları barındıran bu toplumu bir arada yaşatacak normal usullerle, demokratik mekanizmayı sürdürecek bir uzlaşmaya ihtiyaç var. Bunun kavgayla olması mümkün değil.
- İktidarı elinde tutan kesim bir dönem TÜSİAD, bir dönem cemaati ‘vatan haini’, HDP milletvekillerini ‘terörist’, bazı yazar ve akademisyenleri ‘eli kalem tutan teröristler’ ilan ederken bahsettiğiniz uzlaşma için öneriniz ne kadar yeterli?
‘Vatan haini’ söylemi İslami duyarlılığı olan kesimde büyük çapta onaylanmıyor. Tersten gidelim, eğer siz Türkiye’yi daha demokratik bir noktaya götürmek istiyorsanız elinizde çok önemli bir avantaj var; iktidar partisinin tabanının bile önemli bir bölümü, belki yarısı bu tür kutuplaşmalardan hazzetmiyor. Bu nedenle de Türkiye’nin demokratikleşmesi aslında çok kolay. Muhalefet AK Parti tabanıyla samimi ilişki kurabildiği zaman bu olabilir. Samimi ilişkiyse kendine açık yüreklilikle bakmayı gerektiriyor. Ben Robert Kolej’de okudum, benimle birlikte o sene sınava bin kişi girmişti ve sadece 100 kişi alıyorlardı. Şu anda muhtemelen sınava 100 bin kişi giriyor. Eğer Türkiye’nin demokratikleşmesi normal seyirde gitseydi ve o sınava bin değil, 30 bin kişi girseydi ben belki de Robert Kolej’de okumayacaktım. Ben kendi yeteneklerimle oraya girdiğimi düşünebilirim, ama aslında ben büyük bir imtiyaz kullandım. Bununla yüzleşmem gerekiyor.
Bu iş dünyasına geldiğiniz zaman mukayesesiz bir durum. Birikmiş bir hakkaniyetsizlik üzerinden bu noktaya gelindi. Bu duyarlılık hâlâ İslami kesimin ana duygusuna işaret ediyor. Bugün İç Anadolu’ya, Doğu Anadolu’ya gidip AK Parti tabanından insanlarla görüşün, CHP ile koalisyondan tedirgin olan milyonlarca insanla karşılaşıyorsunuz. “İyi bir CHP olsa oy verebilirim” diyen bir AKP’li seçmen kitlesi de var, ama iyi bir CHP olmadığından insanlar yabancılaşmayı aşamıyor ve mesafeli bakıyor. Eğer bir hiyerarşi varsa, bu olumsuz durumun genel sorumluluğu tabii ki güçlünündür. Ama bunu değiştirecek olan zayıftır. Çünkü güçlü zaten orada ve yönetiyor.
- Vaktiyle AKP’ye destek de veren isimlerden Murat Belge, Oya Baydar, Aydın Engin ve Baskın Oran’ın da imzacıları arasında olduğu ve çatışma ortamında tatil yapan TBMM’yi çalışmaya çağıran bildiriyi, barış ve çatışma için Erdoğan’a işaret ettiği için ‘ahlaksız, ideolojik ahmaklık ve yapısal aptallık’la eleştirdiniz. Bu ifadeler 1) başlı başına aşırı, 2) arkasına iktidarı da alan bir aşırılık değil mi?
Bunun iktidarla ilgili olduğunu hiç sanmıyorum, bu benim değerlendirmem. Bir Türkiye var, Türkiye’de bir İslami kesim, İslami kesimin içinde bir AK Parti, AK Parti’nin içinde bir Tayyip Erdoğan var ve siz bir bildiride bütün bu olanların sadece ve sadece Erdoğan’ın kişisel kariyeri nedeniyle yaşandığını ve bunun artık anlaşılmış olduğunu söylüyorsunuz. Bir araya geliniyor, üzerine düşünülüyor, bir metin yazılıyor, bundan çıkan Türkiye bu! Bana bu en basitiyle yüzeysel ve gülünç görünüyor.
- Sizin açınızdan, benzer noktadan yola çıkarak Erdoğan’ın Barış İçin Akademisyen Girişimi adı altında çıkan bildiriyi imzalayan 1128 kişi için ‘karanlık’, ‘aydın müsveddeleri’, ‘hain’ ilan etmesi de kabul edilebilir mi?
Hayır, kabul edilemez. Çünkü bu arkadaşların, aydınların yaptığı Erdoğan’ın ne yapacağını bağlamıyor. Ayrı sorumlulukları olan kişiler. Aydınların yaptığı şey saçma ise ‘saçma’ denmek zorunda, Erdoğan’ın tepkisi haksız, gayri adil ve de araçsallaştırıcı ise onun da söylenmesi lazım.
- Burada Erdoğan da olsa “Siz söyleyince oluyor da ben söyleyince mi olmuyor Etyen Bey” dese, ne dersiniz?
Erdoğan da çıkıp bu “Çok saçma ve aptalca” diyebilirdi, kimse de bir şey demezdi. Ama savcıları ‘göreve’ çağırdığı zaman başka bir şey oluyor. Ayrıca o bir cumhurbaşkanı, yapabileceklerinin konumu gereği bir sınırı var. Entelektüel sınır içerisinde durduğunuzda söylenen bir kanaattir. Ama yaptırımcı bir mantıkla giderseniz ve elinizde güç varsa o zaman kabul edilemez alana girer.
- Sizce Erdoğan’ın gücünü kullanmasının önündeki frenler ne kadar sağlam? Yarınlarda Erdoğan’ın onaylayamayacağınız neler yapabileceğini düşünüyorsunuz?
Bunun kişisel kaprisler veyahut eğilimlerle açıklanabilir olduğunu sanmıyorum. Bu siyasal ortamın yarattığı gereklerle alakalı bir şey. Böyle 3-4 bildiri olur önemli olmaz, derken birinde öyle koşullar vardır ki daha önce hiçbir şey yapılmazken o anda bu bildiri başka bir anlam ifade eder. Bir bağlama oturduğunda bu tür şeyler oluyor. Erdoğan sonuç olarak bir misyonun taşıyıcısı. Kendi kafasında tanımladığı şekliyle o misyonun zedelenmeden ilerlemesi için ne gerekiyorsa yapmaya çalışıyor. Ve bu da koşullara göre değişiyor. Suriye savaşı çıktığında farklı nüanslar kazanıyor, Avrupa Birliği’ne yakın veya uzak olduğumuz zaman farklı oluyor.
- Sizce Erdoğan’ın misyonu ne?
Çeperin merkeze taşınması ve merkezin yeniden çevrenin değer yargıları ve kültürü üzerinden inşası.
- Sizden alıntıyla bir parantez: “AK Parti kendisini İslami hayatı mümkün kılmakla sorumlu hissedebilir ve bu kanalları açma gayreti içinde olabilir. Ancak İslami hayatın nasıl olacağı konusu toplumun doğrudan çoğulcu yapısı içinde şekilleniyor, AK Partide buna uyuyor.” Kürtaj çıkışıyla örneklediğiniz ‘İslami hayat gayreti’ sizce Erdoğan’ın misyonu kapsamında mı?
Muhtemelen her ideoloji sahibi insanın kafasında o ideolojinin ürettiği bir doğru dünya vardır. Erdoğan’ın da ideolojisi İslamiyet’le bağlantılı... Dolayısıyla onun da İslamiyet’ten neşet eden bir tahayyülü kaçınılmaz olarak var. Bu 15 yılda o tahayyül gerçekleşmediyse, geri adımlar atıldıysa demek ki bu ‘deneme’ çabasının ardında bu bir öğrenme sürecidir.
- Siz yarınlarda tercihlerini otoriterlik yolunda kullanacak bir AKPmi görüyorsunuz?
AK Parti bir siyasi parti ve bir siyasi partiye her yönüyle kefil olunamaz. Ama ben şunu görüyorum; AK Parti iktidar olmak istiyorsa yüzde 45-50 oy olması lazım ve bu homojen bir kitle değil. Bu yüzde 45-50’nin üçte ikisini Erdoğan veya AK Parti belki bir modelle motive edebilir ama geri kalan üçte biri edemez. Çünkü bu kesim her seferinde AK Parti’ye yeniden bakıyor ve ona göre, evet veya hayır diyor. Dolayısıyla AK Parti otoriterleşebilir, ama otoriterleşirse iktidarını kaybeder.
- Üçte birlik AKP kitlesinden kastınız ne, kim onlar?
Çekirdek aile, daha eğitimli, daha kentli, daha sosyal, daha global, normları gelişmiş insanlardan bahsediyoruz. Demokrasinin ne olduğunu bilen, mukayese yapan insanlar. Çok büyük kısmı esas gelirini eğitime harcıyor ve çocuklara yatırım yapıyor.
Bu insanlar nesnelliğe yönelmelerine rağmen otoriterleşen bir AK Parti’ye oy verirler mi? Dış veya iç, ontolojik bir tehdit varsa, evet. 17 -25 Aralık, Gezi’nin sonraki hali böyle dönemler. İnsanlar AK Parti’yi eleştirebilirler, ama AK Parti’nin yok olmasını istemezler. PKK gibi biraz. Bölgedeki insanlarla konuştuğunuzda AK Partili Kürtler dahil şunu söylüyorlar; “Bu PKK’ya şu anda evet demek mümkün değil ama o kadar kolay yok olsun diyemem.” Var olsun ve farklı davransın istiyorlar.
- Erdoğan’ın önündeki en büyük engel sizce AKP tabanı mı?
Tabii, yazdım da birkaç defa: Eğer otoriterleşirse önce kendi tabanını yönetemez.
- Bunu yazdıktan sonra, 2015’te şunu da demiştiniz: “Bugün Erdoğan karizması geçmişe nazaran çok daha fazla. Otoriterlikten hoşlanmayan bu tabanda daha makbul, prestijli ve karizmatik biri haline geldi.”
Bu tehditler ve yalnızlaşma yüzünden. Bu yalnızlaşmanın bir öznel, bir nesnel yönü var. Nesnel yönü, gerçekten yalnızlaştırılmak istenmesi. Sırf yurt dışındaki basının yazdığı makalelere bakın, adil değil. Erdoğan’la ilgili cihatçı, IŞİD’ci olduğu gibi yazılanlar saçma sapan, ahlaksızca. Bu Erdoğan’ın yaptığı her şeyi yok edip birdenbire bir meleğe de çevirmiyor. Erdoğan otoriter yöntemler kullanıyor fakat oradan hareketle yapılan Erdoğan analizi gayri adil bir analiz. Ve halk bu analizi görüyor. Bir tehdit algısı uyanıyor ve yanlış bulduğu eylemlerine rağmen Erdoğan’a sahip çıkıyor.
- Sizce Erdoğan’ın keyfilik gibi bir problemi yok mu?
Türkiye’de her liderde olduğu gibi onda da var.
- Herhangi bir lider değil, sizin ‘yeni ve kalıcı gerçekliğin sesi’ dediğiniz Erdoğan’a dair görüşünüzü merak ediyoruz.
Şu anda önümüzdeki dönemin biçimlenmesi açısından en fazla ağırlığı olan ve bu ağırlığını siyasi dile, karara çevirmeye çalışan kişi. Bunu yaparken de kurumsal olarak gidebilirse öyle gitmeye çalışıyor, aksi halde daha müdahaleci, kendisini öne çıkartan, ne istediğini doğrudan söyleyen, empoze eden bir tavır izliyor. Dolayısıyla buna eğer keyfilik bağlamı içinden bakacaksak, tabii ki öyle.
- “Bir siyasi partiye kefil olunamaz” demenize rağmen bir kesimin zihninde çoktan AKP’ye kefil olmuş durumdasınız.
O zaman tersten bakalım, onlara bütünüyle kefil olabiliyorsam niye daha önce çalıştığım gazetede tutulmadım? Niye bazı televizyon programlarına çağrılmama durumuna geldim?
- Hangi programlara çağrılmıyorsunuz?
Bunu söylemem. Ama Akşam gazetesinden ayrılırken yazdığım yazı AK Parti’nin kefil olunamaz kısmıyla ilgiliydi. Tabii ki AK Parti’nin kefil olunabilir bir kısmı da var. Sonuçta 15 sene içerisinde çok fazla doğru iş yaptı ve doğru yaptıkları yanlışlarından çok daha fazla olan bir parti oldu.
- Doğruları sıklıkla köşenizde dile getirdiğiniz ve 11 kez AKP’ye oy verdiğinizi söylediğiniz için soracağız; sizin gözünüzden AKP’nin bugün kefil olunamaz nitelikleri ne?
Kefil olunamaz bir niteliği, belirli bir seviyeyi tutturma hassasiyetinin az olması, son dönemlerde gittikçe daha fazla oportünist kişilerin içine girmesine izin veren bir yapıya doğru evrilmesi.
- Kastınız danışmanlar mı?
Sadece danışmanlar değil. Eğer herhangi bir siyasi parti içinde oportünizmin bir karşılığı olmaya başlarsa her türlü iş adamı, milletvekili, teşkilat mensubu, danışman, medya mensubu oraya girer.
- AKP içinde oportünist olduğunu düşündüğünüz kişilerin oranı ne?
Çok yüksek bir oranları yok, ama çok acul, sesi yüksek çıkan, kendini öne atan, kendisini lider için aslanın ağzına atmaya hazır bir tarz bu.
- Örneğin, “Ben ölmeden Erdoğan’a kimse dokunamaz” diyen Yiğit Bulut, “Erdoğan’a kastedenlerin canı alınır” diyen Fatih Tezcan tarzı mı?
Bu tür ortamlarda kalitesine güvenenlerle kalitesizliğinin farkında olan ve ancak aşırı gayretle yükselebilecek insanlar birbirlerinden ayrılır. Kendine güvenenler bir anlamda keşfedilmeyi, kullanılmayı bekler. Onların sesini duymuyoruz, ama bunlar hâlâ çoğunlukta. Ama bir azınlığın sesini duyuyoruz çünkü onlar kendilerini satmaya çalışıyor ve AK Parti adına konuşuyorlar. Muhalefet de onları AK Parti olarak değerlendiriyor.
- Sizce bunda baş yetkililer olarak Erdoğan ve Davutoğlu’nun sorumluğu yok mu?
Kesinlikle var. Çünkü nasıl herhangi bir şirkette oportünist bir zihniyet hakim olmaya doğru gittiği zaman, şirket sahibini, genel müdürünü sorumlu tutmak zorundaysak burada da böyle.
- Sizce Erdoğan ve Davutoğlu’nun, oportünist dediğiniz danışmanlara, milletvekillerine ve medya mensuplarına göz yummalarının, daha doğru ifadeyle yol açmalarının sebebi ne?
Kurumsallaşamama. AK Parti, 15 seneden sonra hâlâ kurumsallaşma yolunda ciddi adım atabilmiş bir parti olarak gözükmüyor. Kurumlar olmadığı zaman var olan durumu kendi lehine kullanmak üzere davranan insanları davet eden boşluklar oluşuyor. Sosyopsikolojide de genel bir gözlemdir; ataerkil yapılanmalarda oportünist bireylerin hızlı yükselme ihtimalleri diğer kültüre göre çok daha fazla.
- Davutoğlu’nun basına da yansıyan çabası da olduğu için ayrıştırarak soracağız; Gül, Babacan veya Arınç’a tahammül edemeyen bir Erdoğan portresi varken bahsettiğiniz oportünistlerin çıkması özellikle Erdoğan’ın zaafı olabilir mi?
Burada bence kültürün getirdiği bir zaaf var. Bunun yanı sıra siyasetin getirdiği zorunluluklar ve bireysel tercihler var. Öte yandan şunu da söyleyeyim; Gül, Arınç vs. de kurum değil, kişiler. Bu insanların yan yana gelip konuşmasıyla kurumsallaşma olmuyor.
- Kastımız birlikte verdikleri fotoğrafın daha bütünlüklü olması.
İsimleri kenara koyarak şöyle demek lazım; AK Parti’nin ilk yola çıktığında önündeki şanslardan birisi eğer Türkiye’yi dönüştürmek idiyse bunun kalıcı olması Türkiye’deki siyasi kültürü dönüştürmekle mümkündü. Ama bu önce kendini dönüştürmenle mümkün. Bu da o kurumsallaşmayla bağlantılı. Herkesin sınırını bilmesi, o sınırlar dahilinde belirli kod, ilke ve usuller üzerinden karar mekanizmalarının üretilmesi lazım.
- AKP’ye dair en önemsediği artılardan biri vesayet rejiminin geri çekilmesini sağlaması olarak gören siz, AKP Ergenekon ve Balyoz davalarını Gülen cemaatini işareti ederek ‘milli orduya kumpas’ diye tanımlayarak tamamen aksi istikamette bir manevra yaptığında neler düşündünüz?
Önce bunu büyük çerçeveye oturtalım, çeperden gelen AK Parti sadece sandığa dayalı olan bir parti. Onun dışında bir desteği yok ve sürekli yüzde 45-50 almak zorunda. Geldiğinizde bürokraside hiçbir adamınız yok, ordunun zaten nasıl davrandığı belli, iktidara gelir gelmez toplantılar başlamış. Ve Meclis içinde anlaşma niyetinde olmayan bir muhalefet var. Sizin dışınızda ülkede 3 tane ana güç var; PKK, asker, cemaat. Bunların üçünü birden karşınıza alırsanız ayakta kalamazsınız. Muhakkak birisiyle bir şekilde antant kalmanız lazım. Dolayısıyla, cemaatle olan bir dönem var, çözüm süreci var ve ardından cemaatle kavga, PKK’ya karşı savaş olduğu için mecburen askerle olan bir dönem var.
- Askere ve milliyetçiliğe karşı çıkmış, Ergenekon ve Balyoz davalarını sert ifadelerle savunmuş bir isim olarak sizin ‘kumpas’ manevrasını nasıl gördüğünüzü merak ediyoruz. Örneğin, “11 kez sandıkta size oy vermeme sebep olan bu değildi” dediniz mi?
AK Parti’nin niçin böyle davrandığının rasyonalitesini söyledim, ama bu tasvip ettiğim anlamına gelmiyor. Ben o davaların önemli çapta doğru davalar olduğunu, orada gerçekten suç işlenmiş olduğunu düşünüyorum.
- AKP’nin bu tercihi, idealinizdeki Türkiye’ye nasıl bir zarar verdi?
Doğal olarak hukukun hakim olacağı bir düzeni erteledi. Araçsal siyasi amaçlarla daha fazla yürünmesini meşru kıldı. Türkiye’nin kurumsallaşmasını da dolayısıyla ertelemiş oldu. O yüzden de Türkiye’nin lehine bir şey olmadı.
- “Asker potansiyel müdahale yeteneğini koruyor” diyen size göre, AKP aslında darbe sayfasının da kapanmamasına yol açtı mı?
O, AK Parti’nin bu anlamda yaptıklarıyla bağlantılı bir şey değil, onu çok aşan bir durum. AK Parti tökezlediği, dünya konjonktürü uygun olduğu ve içeride belli bir özne koalisyonu oluştuğu takdirde Türkiye gibi ülkelerde her zaman yarı veya tam askeri müdahaleler mümkündür.
- Siz de ‘kandırılmış’ hissedenlerden misiniz?
Hayır çünkü ben zaten öyle bakmıyorum. Hükümet bana bir söz vermedi. Hükümet bir özne ve ben onu anlamaya çalışıyorum, hangi kriterlerle yol aldığını çözümlemeye çalışıyorum.
- Bir yandan da sandıkta oy veriyorsunuz.
Evet, sonunda mukayese ediyorum. Var olanlarla… Türkiye’nin geleceğine bakıyorum ve şu soruyu soruyorum: Türkiye’yi geleceğe kim taşıyabilir, bir sonraki adımda kim daha çok doğru yapabilir ve demokratlaşma hangi sosyal kesim üzerinden olacak?
- Askerle yan yana duran bir yapıyı tasvip etmeniz ne kadar mümkün?
Daha önce de cemaatle işbirliği aynı şeydi. Sistem AK Parti’nin kendi başına bu dönüşümü normal bir hükümet gibi yaşayabilmesine izin vermedi. Bu durumda AK Parti’ye de adil davranmak zorundasınız. CHP doğru düzgün davransaydı da AK Parti reddetseydi dediğiniz doğru olurdu, o zaman AK Parti’yi eleştirirdim. Orduyla, cemaatle olan temasını kabul etmezdim. Ama yalnızlaştırılmış, çevreden gelmiş ve bürokraside, devlette herhangi bir tutamağı olmayan bir partinin birileriyle işbirliği yapmasını anlamak durumundasınız.
- 14 yıl boyunca iktidar olmuş bir partinin yalnız olduğunu, bunun da sorumlusunun muhalefette olan, buna rağmen örneğin koalisyon sürecinde çaba gösteren taraf olan CHP olduğunu söylüyorsunuz. Bu çelişkiyi siz nasıl açıklıyorsunuz?
Koalisyon süreci her taraf için 3 aylık bir parantez. AK Parti iktidara geldiğinde arkasında sadece sandık varken HDP’nin arkasında PKK, CHP’nin arkasında ordu, MHP’nin arkasında geçmişten gelen koca bir devlet bürokrasisi var. Bugün bir devlet kurumuna gidin, ne kadar milliyetçi, ne kadar İslami olduğunu ölçün. Milliyetçidir. Bugün Türkiye’nin hiçbir kurumu İslami terimiyle adlandırabilir durumda değil. Ve bunun getirdiği müthiş bir direnç var. Siyasetin en üst noktasındaki insanların çıkarttığı kararların birkaç ay sonra hiçbir şekilde uygulanmamış olduğunu gördüm. Türkiye dışarıdan görüldüğü gibi, hele Erdoğan figürü üzerinden okunduğu gibi iktidarın bütün dizginlerini elinde tuttuğu bir yer değil.
- Sizce AKP bugün de muktedir değil mi?
Böyle olmadığından ötürü AKP daha fazla içe kapanıyor, tırnaklarını daha fazla çıkartabiliyor, hatta kurumsallaşmayı engelleyici olabiliyor. Bir kanun çıkartıyor, 5 ay sonra tam tersini yapabiliyor. Bu ileri geri adımlar siyasi ortama göre pozisyon almayla ilgili ve bunun iyi bir şey olmadığı çok belli. Ama bunun niçin olduğu ayrı bir şey. Koalisyon sürecinde iki taraf siyasi bir satranç oynadı. Muhalefet tarafından bakmaya çalışayım; çok tehlikeli bir parti var, diyorsunuz. Türkiye faşizme gidiyor, diyorsunuz. Bu partinin başında her şeyi kontrol etmeye çalışan bir kişi var, bu kişi Başbakan’ı önemsizleştiriyor, diyorsunuz. Önünüze bir koalisyon imkânı geliyor ve “Bunu Cumhurbaşkanı engelleyecek” diyorsunuz.
- Sizce bu sebeple mi koalisyon yolu kapandı?
Siyaseten bunu kıracak olan hamleyi yapmıyorsunuz; “Süresi önemli değil, ben koalisyona giriyorum” demiyorsunuz. Bu tür bir hamle CHP’ye hiçbir şey kaybettirecek değildi. Şunu görmemiz lazım; AK Parti kendi içinde büyük bir siyaset dünyası, büyük bir fenomen. Siyasetin dinamiği giderek AK Parti’nin içine taşınıyor ve oradaki güç dengeleri siyaseti belirliyor.
- Koalisyon görüşmeleri yapılırken sizden bir alıntı: “Çok net bir koalisyon protokolü yapılır, kamuoyuna sunulur ve herhangi bir taraf anlaşmayı bozduğu an koalisyonun biteceği söylenir. Bunu bozacak taraf AKP olmayacağına göre girilecek seçimde siyasi bedeli CHP ödeyecektir.” CHP’ye dair kehanetinizin kaynağı ne?
Burada AK Partililere şunu anlatmaya çalıştım; “CHP’yle herhangi bir işbirliği kısa da, uzun da olsa bir sıfır noktası sağlayacak AK Parti’yi ve Türkiye’yi yönetilebilir hale getirecek.”
- Genel olarak “Laik kesimden çıktığım için onlara sesleniyorum” diyen siz bu yazınızda AKP’ye mi seslendiniz?
Okuyucu sağduyulu bir okuyucudur Türkiye’de. Hangi yazının kime ne dediği bellidir, ona göre okur. Benim okuyucum ne klasik laik, ne klasik İslamcı. Bu ikisinin arasında gezinen ve epeyce düşünmeye çalışan bir kitleden bahsediyoruz.
- Her yazar okurunu ayrı sever.
Benim gibi bir sürü insan var ve bunları öyle okuyorlar. Beraber düşünme yazıları bunlar.
- Sizin ve benzerleriniz dışındaki yazarların okurları düşünmeyen, dar bakış açılı kişiler mi?
Bazı yazarlara baktığımda psikolojik tatmin için okunan çok fazla köşe yazısı olduğunu düşünüyorum. Her sabah alınan bir doz gibi. Sizin pencereden haykırmak istediğiniz şeyleri söyleyen yazıları okuyup rahatlıyorsunuz ve aynı şeyleri yapmaya devam ediyorsunuz. Bu yazarlar laik kesimi apolitize ediyor. İslami kesimin içinde de insanları bloke eden yazılar yazanlar var.
- İki taraftan da yazar örnekleri verir misiniz?
İsim vermem, neden vereyim? Herhangi bir gazeteyi alıp karıştırdığında orada gözüküyorlar.
- Ergenekon davası sürecine dönerek köşenizden uzun iki alıntı yapacağız:
“Ergenekon darbe girişimi, kendisini destekleyen bir sivil toplum ayağı da yaratmış, ya da zaten ideolojik olarak buna yatkın olan örgütleri mobilize etmişti. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği de bunlardan biri… Saylan’ın kendisi doğrudan işin parçası olmamış olabilir ama muhtemelen gözaltına alınanlar arasında ‘işin içinde’ olanlar da var ve Saylan da o örgütün başı…”
“Laik yazarlar Türkan Saylan’ı kayırma konusunda içgüdüsel bütünleşme yaşıyor. (...) Türkan Saylan her yaptığını ideolojik olarak anlamlandıran ve militanca yapan biri. (…) O kendi iradesiyle ve hasta olmasına rağmen bu örgütün başında olmayı tercih ediyor ve yönetim kadrosunu da denetliyor. Bu gerçeklere rağmen Saylan güzellemesi yapmak isteniyorsa, Kemalizm ve modernizm güzellemesine de yanaşmaktan başka çıkış yolu yok. Nitekim Saylan da evinin aranmasından iki gün sonra şöyle demekteydi: ‘Ülkemizi sattırmayız, böldürmeyiz. Her devrimin bir karşı devrimi vardır. Devrimimizi korumak zorundayız.’ Bu bir itiraf... Saylan ideolojik açıdan Ergenekon’un parçası olduğunu bundan daha iyi söyleyemezdi.”
2010’da, Saylan öldükten 19 ay sonra Ergenekon kapsamında gözaltına alınan 13 ÇYDD yöneticisi hakkında dava açılmasına yer olmadığına karar verildiğini, daha sonra hard diske ‘Türkan Abla’ dosyasının sonradan eklendiğini, bu haberlerden yola çıkarak Sabah dahil “Saylan hakkında gerçekler ortaya çıkıyor” başlığı atarken siz nasıl bir muhasebe yaptınız?
Ben hiçbir zaman hiçbir şekilde Türkan Saylan’ın kriminal açıdan suçlu olduğunu, hüküm giymesi gerektiğini söylemiyorum, söylediklerim ideolojik. Mahkemenin kararı, o kişinin ideolojik olarak yaptıklarını ortadan kaldırmıyor. Türkan Saylan’ın kendisiyle ilgili söylediklerini okudunuz. “Bu ülke bizim” diyen bir laik figürden bahsediyoruz. Türkan Saylan savunusu yapan insanlar da aslında bunu savunuyorlar. Kimse çıkıp da şu örgütün bir yerine ilişmiş şu insanın suçlu olup olmadığını tartışmadı. Suçlu olsa ne olur, olmasa ne olur? Buradaki tartışma kimin ne kadar kriminal olduğu değil, laik kesimin kendi motifleri üzerinden kurduğu algıyla bu ülkeyi tanımlama çabasıdır. Bu kabul edilebilir bir şey değil.
- Siz ideolojik eleştiri yaptığınızı söylerken bu insanın evine operasyon yapılıyordu.
Ben onları hiçbirisini onaylamadım, Ahmet Şık, Nedim Şener olayı gibi. Onlara yapılan şeylerin yanlış olduğu çok net. Ama onlara hukuken yanlış yapıldığı için, bu kişiler siyaseten aklanmış olmuyorlar.
- 375 gün tutuklu kalan ve beraat eden Şık ve Şener’in siyaseten yaptıkları şey sizinle aynı pozisyonda olmamak.
Biz ideolojik bir tartışma yapıyoruz. O da beni siyaseten aklamasın, bunun bir maliyeti yok.
- Şöyle bir maliyeti var; onlar suçlanıyor ve bu nedenle cezaevinde, siz dışarıdasınız ve suçlamaların çıkış noktasından yazılar yazıyorsunuz. Sizin yanınızda savcı dururken, dönemin başbakanı “Ben bu davanın savcısıyım” derken ve o kişiler cezaevindeyken bu nasıl bir ideolojik tartışma oluyor?
Erdoğan’ın bunu demesinin doğru olmadığını söyleyelim; “Ben bu davanın savcısıyım” diyemez. (Deniz) Baykal da çıkıp “Ben de avukatıyım” demişti. Kalite birbirinden çok farklılaşmıyor. Bu insanların mağduriyetleri fikir tartışmasını etkilemesi gereken bir faktördür, diyorsanız olabilir. Ben o fikirde değilim. Aydın dünyasında herkesin mağduriyetleri var, birçoğumuz seslendirmiyoruz bile bunları. Ama mağduriyetlerimizden hareketle fikir tartışmasını belirleyemezsiniz. Fikir tartışması, fikir tartışmasıdır. Fikir tartışması belirli pozisyonlarıyla, bunun gerekçeleri ve mantıkla, ahlakla ilgilidir. Yoksa “Bana yanlış yapıldı, dolayısıyla benim fikrim doğrudur” diyemezsiniz.
- “Mağdur oldukları için doğrular” demeden, biri cezaevinde, biri Taraf gazetesindeki köşesinde ‘Çorbadaki kıl’ı yazan iki insanın tartışabilme imkânını sorguluyoruz.
Çorbadaki kıl nedir? Siz bir şey yapmışsınız, ‘bir araştırmacı gazetecilik’, bunların nasıl yapıldığını, çok da gazetecilik olmadığını biliyoruz. Ve siz hapishaneye girerken mesela Hrant Dink adını kullanıyorsunuz. Bence çorbadaki kıl budur. Siz bunu yapamazsınız. Orada ağzınızı bu konuda kapamanız lazım. Beni değil, bambaşka insanları da isteyebilirsiniz, ama eğer benim gibi insanların yanınızda durmasını istiyorsanız onun ima ettiği etik bir çizgi var.
- Etyen Bey, bir insan cezaevine neden ağzını kapayıp girsin?
Ağzını açtığın zaman söylediğin şey tamamen refleksle çıkmış olan şey değildir. Bir aydının ağzını açtığı zaman söylediği her şeyin sorumluluğu var ve bunu taşımak zorunda.
- “Dokunan yanar” ifadesi bugün size problemli geliyor mu?
“Dokunan yanar” lafı abartılmış ve kendini öne çıkaran bir laf. “Dokunan yanar” değil, bazı dokunanlar, bazen yanar. Burada kendinizi bir tür ‘martyr’, yaşayan şehit haline getirmek var. Ben bu davranışların çiğ olduğunu düşünüyorum. Bu arkadaşlara yapılmış olan şeylerin haksızlık olduğunu, kabul edilebilir olmadığını baştan beri söyledim. Hapse atılmaları saçma sapandı. Ama o sırada yapılan bu iki kişinin veya Türkan Saylan’ın tartışılması değildi. Oradan hareketle aydın dünyası içindeki bir tartışmaydı. Esas olay hâlâ laik kesimin, kendi içinde kendisiyle barışık hâle gelememesine yol açan bir tartışma. Ben laik kesimden gelen birisi olarak, belki gereğinden fazla hassas davranıyorum, olayı gereğinden fazla hissediyorum. Ama açıkçası gıcık kapıyorum. Laik kesimin içindeki insanların daha serinkanlı, sağduyulu, adil, mesafe alarak, daha geniş bakışla bakmalarını ve ne söyleyeceklerse öyle söylemelerini istiyorum.
- Yıl 2013’e geldiğinde ise şunu söylediniz: “Balyoz ve Ergenekon davalarında hukuksuzluk olduğuna dair çok sayıda şikâyet oldu ve o yönde bir algı oluştu. Hükümet yanlıları ise değerlendirmeyi vesayetçi sistemin savunuculuğuna indirgediler ve ulusalcı siyaseti veri aldığımızda muhtemelen önemli oranda da haklıydılar. Ama söz konusu davalarda gerçekten de ‘hukuksuzluk' yaşandı. Bunlardan biri, kısaca ifade etmek gerekirse adil yargılanma hakkını rencide eden cinstendi.”
O zaman da bunları yazdım, bu nüansı oraya koydum, bu yeni bir şey değil.
- Gözümüzden kaçmış olabilir, ancak bahsettiğiniz nüanslara rast gelmedik. Bununla birlikte Etyen Mahçupyan’ın süreçte ağırlıklı olarak bahsettiği...
Evet, başka bir şeyden bahsediyorum. Bir yazar bazı okuyucularının değer sistemine uygun kriterler üzerinden yazmak zorunda değil. Her yazarın kendi değer sisteminden türemiş kriterleri var. Sizin bir mağduriyetiniz var ve bence de bu bir mağduriyet. Ben bunu allayıp pullayıp yazabilirim, ama bence önemli olan mağduriyet değil, o mağduriyetin suiistimal edilip edilmediği. Benim için hep bu daha önemli oldu. AK Partililerin mağduriyeti konusunda da bunu düşünüyorum. AK Partililer de mağdurdular, Kürtler de mağdur. Önemli olan mağduriyetinize nasıl yaklaştığınız. Mesafe alabildiğiniz zaman onu demokratik bir düzenle kaldırma şansınız var. Suiistimal etmeye başlarsanız, bu şu demektir: Siz de gücü ele geçirdiğinizde aynı şeyi yapacaksınız. Çünkü suiistimal gayri adil bir durum, bir araçsallaştırma. Türkiye’nin problemi zaten bu. Saylan, Şık, başlarına ne gelmiş olursa olsun siyaset yaptılar o noktada. Siyaseti kendi durumlarını suiistimal ederek yaptılar. Beni o noktada aydın olarak onların yaptığı ilgilendiriyor. Ermenilerin aydınlarına da ben böyle bakıyorum. Ermenilere soykırım yapıldı diye Ermeni aydınların yaptığı her şey haklı mı bulunacak? Onların bir sorumluluğu var, bunun gereğini yapmadıklarında bizzat Ermenilere zarar veriyorlar. Aynı şey.
- “Mağduriyeti değil, suiistimali önemsiyorum” diyerek eleştirmeyi tercih ettiklerinizin AKP iktidarı döneminde yaşanan bu haksızlıklarla örtüştüğünü, dolayısıyla pozisyonunuzun AKP için kullanışlı olduğunu düşünür müsünüz?
Ben bir tane insanım. Şunu veya bunu söylememle Türkiye’nin çok etkilenmesi ya da AK Parti’nin olduğundan başka bir noktaya gitme ihtimali yok. Hitap ettiğim insanlar her taraftan ve yazar onlarla konuşan bir kişidir. Ben o noktada neyi önemsediğimi söylemeye çalıştım. Şunu da söyleyeyim; Hrant’ın adı geçmeseydi belki onu da yazmazdım, belki bunun arkasında duygusal bir taraf da var. Çünkü o dönem herkesin Hrant’çı olduğu, Hrant’ın suiistimal edildiği, insanların yeterince ahlaki olamadığı bir dönemdi.
- Bu düşüncenizi temel alarak yazdığınız “Hrant’in parazitleri” yazınızdan: “Özgürlük mücadelesinin ekseni AK Parti karşıtlığı olarak kurgulanırken, devlet de Ergenekon davalarının itibarsızlaştırılması sayesinde ihya edilmeye çalışılıyor.” AKP, davalar için “milli orduya kumpas’ manevrası yaptığı noktada gözünüzde davayı itibarsızlaştıran AKP oldu mu?
Asıl itibarsızlaştıran mahkemelerin kendisi oldu. O noktadan sonra siyasi olarak bunu araçsallaştıran da iktidardı. Niçin böyle yaptığını biraz önce konuştuk.
- “Hukuken bu insanlara yapılan yanlıştı, ama siyaseten aklanmadılar” diyen siz tüm sürecin ardından iki konu arasında kurduğunuz dengeye dair “Çok iyi yaptım, içim rahat” diyor musunuz?
Hiçbir zaman “Çok iyi yaptım, hiç açık vermedim” demem, çünkü bunu fazla irdelemeye de çalışmam. Ben bir sonraki yazıyı düşünüyorum.
- Kendinizi geriye dönük sorgulamaz mısınız?
Bu tür bir sorgulama esasta epeyce kibirli bir sorgulama. Benim türümde bir kibir değil. Sanki ben hep doğru yapmam lazımmış gibi. Sonuçta ben bir insanım, aklım var, duygularım var.
- Geriye dönüp “Yanlış yaptım mı acaba” demek sizce neden kibir? Laik kesimi özeleştiriye çağırırken sizin kendinizi geçmişe dönük sorgulamadığınızı söylemeniz tuhaf değil mi?
Şunu söyleyebilirsiniz, bazı noktalarda daha mesafeli olmak gerekirdi.
- Örneğin?
Bütün bu bilgiye dayalı davalar. Hukuki alan bizim önümüze konan paketle sınırlı, bu hep böyle oldu ve böyle de olacak. Bunun çok daha ötesinde içeriden gerçek bilgiye ulaşma yeteneğine sahip değiliz.
- Fazla hızlı ve sıcak davrandığınızı mı düşünüyorsunuz?
Evet, herkes öyle davranıyor. Herkes öyle davrandığı için siz de mecbur oluyorsunuz önünüze konan o paketle ilgili bir şey söylemeye ve insanlar siyasi, ideolojik tutum aldığı ölçüde siz de tutum alıyorsunuz. Böylece ortak yanlışın içine doğru gidebiliyorsunuz.
- Geçmişe dönseniz farklı ne yapardınız?
Siyasi tartışmada çok başka bir şey söyleyeceğimi sanmıyorum ama o yazıları yeniden yazsam daha nüanslı yazardım. Aralara şüphe cümlesi koyardım.
- Somutlaştırır mısınız?
Ergenekon, KCK, cemaat meselesi. KCK meselesi örneğin çok ilginç bir olaydı; ilk başta önünüze KCK’nın anayasası geliyor. Bunun elle tutulur bir tarafı yok. İdeolojik olarak bir kere zaten itiraz ediyorsunuz. Ondan sonra tutuklamalar geliyor, bilgi eksikliğiniz var, ne yapmışlar bilmiyorsunuz. Ve hâlâ ortada yapılan işi bir miktar onaylayan bir şey söylüyorsunuz. Ama sonra iddianame geliyor, tam tersini söylüyorsunuz. Ben öyle yaptım. Ancak onu okuduğunuz zaman anlayabiliyorsunuz durumun vahametini. Şu anda Erdem Gül-Can Dündar olayı mesela... Yaptıklarına ilkesel olarak karşı çıkabilirsiniz, öyle de yaptık. Diyorsunuz ki “Bu çok eski bir haber.” Tamam, içi çok kötü, kötü bir gazetecilik olabilir, haberde IŞİD olmadığı halde manşete IŞİD çekilmiş. Bu ahlaklı bir gazetecilik değil... (T24’ün notu: Cumhuriyet’in yargılamaya konu olan MİT TIR’ları haberlerinde manşete IŞİD çekilmedi, silahların rotası olarak “Suriye’deki iç savaşa gidiyordu” ifadeleri kullanıldı.)
- Ali Bayramoğlu, örneğin MİT TIR’ları için “Ben de yayımlardım” dedi.
İş elinize gelen şeyi yayımlamamak değil, nasıl yayımladığınız önemli. Bunlar bir tarafa, iddianameyi görüyorsunuz ve hiçbir inandırıcı kanıt ihtimali yok. O noktadan sonra artık bunu siyaseten savunmanız mümkün değil. Ama şu vardı; bu davada bilgiye çok daha hızlı ulaştık. Ya da bilgisizlik olduğuna...
- Bunun bir nedeni Ergenekon hâkimlerinden Köksal Şengün’ün bile okumadan kabul ettiğini söylediği bir iddianamenin kabarıklığıydı. Fakat aydınlar, köşe yazarları, hukukçular mesai harcamadan konuşmayı tercih ettiler.
Doğru, o yüzden ben yazılarımda hukuki alanın içine girmiyorum.
- Tam da bunu söyleyerek kendinizi sorumluluktan kurtaran bir alan yaratmıyor musunuz? Mevzu hukuki süreçken “Ama ben ideolojiyi yazıyordum” diyorsunuz.
Ama o tarafı da var.
- Askeri vesayete karşı çıkmak, Hilmi Özkök’ün kendisinden muhtıra vermesinin talep edildiğini söylediği bir vakada bunu da içeren bir sürecin davaya konu olması elbette gerekli ancak insanlar hukuki ihmallerle yargılanırken “Ben ideolojiyi tartışıyordum” demek ne kadar doğru? İdeoloji, hukukun önüne geçmiş olmadı mı?
Hukuki davanın kendi çerçevesi içinde olan bitene ulaşmamız çok mümkün değil. Bu ayrıca bir çaba gerektiriyor. Ve mesele o dava çerçevesinde kalmıyor. Dava siyaseten anlamlandırılıyor ve ideolojik olarak kullanılıyor.
- Bunu yaparak, misal Zekeriya Öz’ün, yoluna ispatlama çabası göstermediği iddialarla devam etmesi için alan da açmış oldunuz mu?
Tabii, doğru. İstemediğim bir sonucun ortaya çıkması anlamında bir faktör orada var tabii ki. Zekeriya Öz bir şey yaptığında onu sadece hukuken birileri ele alıp bir şey söyleseydi o zaman ben bunu izleyecektim muhtemelen. Ama bunu siyaseten kullanmaya başladıkları zaman iş daha geniş bir bağlama oturuyor. Çünkü o zaman da tam bilmediğiniz bir hukuki çerçeveyi aslında aklamaya çalışıyorsunuz. Bir de şu var, bir köşe yazarı kendi ilgilendiği ve hoşlandığı alanlarda yazıyor. Yüzlerce köşe yazarı var ve hiçbir okuyucu tek bir köşe yazarı okumuyor.
- Ana gündem bu davalar olduğu ve tarihi niteliği taşıdığı için, hukuksuzlukları eleştirenler ‘Ergenekoncularla iş tutmak’la da suçlanabildiler. Sizin bunun başvurduğunuz tabirle sorsak; o dönemki nüans eksikliğiniz de sizce davaları “sulandırmaya” neden oldu mu?
Olayın ortaya çıkmasıyla beraber, yeterince bilgisi olmayan insanların yaptığı bir siyasi tartışmaya araç olunduğunu düşünüyorum. Bilgiye sahip olana kadar da gerçek pozisyonlarımızı o dava bağlamında aramamış olduk. Birbirimize karşı pozisyon aldık. Bu da aslında çok yıpratıcı ve boşa giden bir süreçti.
- “Aydın ve yazarlar birbiriyle tartışmış oldu” mu diyorsunuz?
Aramızdaki kadim tartışmanın ilave bir aracı gibi telakki ettik. Bu da çok övünülecek, matah bir şey değil. Bu çok açık. Ama Batı’da olup Türkiye’de olmayan bir şey var; bunlar ciddi özel gazetecilik marifeti gerektiriyor. Olayın ne olduğunu anlamamızı sağlayacak olan bir gazetecilikten yoksunuz biz. O zaman da içinde ne olduğunu bilmediğimiz bir paketin işlevlerini tartışıyoruz. Burada da insanlar siyasi konumlarına göre pozisyon aldılar. Herkes gibi ben de öyle yaptım.
- Geleceğe ‘süreçte aldığım ders’ deyip nasıl bir not bırakırsınız?
İnsanlara “Herhangi bir hukuki davanın içeriğini, mantığını ve iddianamesini yeterince görmeden bu tür tartışmalara girmeyin” demek olur herhalde.
Mahçupyan Davutoğlu’nun danışmanlığına geldiğinde nasıl bir dünyayla karşılaştı? Akşam’daki köşesi neden kapandı? AKP’yle hangi noktada, neden kırılma yaşadı? Bir kesimin zihnindeki “Rejim faşizme evriliyor” kaygısını nasıl değerlendiriyor?
Ana hatlarından biri kitlesellik olan faşizmin, Türkiye’de şimdiye kadar neden çıkmadığını açıklarken ataerkilliğe işaret eden Mahçupyan şu ifadeleri kullanıyor.
“Türkiye’de ataerkillik içi dini ideolojiyle doldurulmuş bir zihniyet. Ve din de, laik kesimin pek anlamadığı şekilde, özgürlük alanları açan bir şey. Çünkü kimse gerçekten Allah’ın ne istediğini bilmiyor, dolayısıyla kimse ‘Ben bunu biliyorum’ diye bir şeyi bir noktadan sonra bastıramaz. Ataerkillik kendi iç dünyasında demokratlığı üretemeyebilir, ama otoriterliğe de cevaz vermeyen kendi iç korumalarına sahip.”
Etyen Mahçupyan’ın T24’ün sorularına verdiği yanıtlar için buyrun.
“Danışmanlık müessesesi de oturmuş değil”
- Siz Ahmet Davutoğlu’nun danışmanlığını yaptığınızda nasıl bir ‘danışmanlar dünyası’ gördünüz?
Ben çok kısa bir süre danışman oldum. Türkiye’de danışmanlık müessesesi de oturmuş değil. Kendi başına çalışır bir çark yok orada. Dolayısıyla zaman zaman konuya göre, bir araya gelmeler oluyor.
- Siz hangi konularda bir araya geldiniz?
Ben örneğin Alevilerle ilgili olan paketin hazırlanma sürecinde bir dizi toplantıya katıldım. Başka bir sürü alanda yapılanlara da katılmamışımdır. Bu bir takdir meselesi. Siyasetin gerekliliği neyi icap ettiriyorsa orada oluyorsunuz. Sistem böyle çalışıyor.
- Cumhurbaşkanı danışmanlarının da toplantılara katıldığı oluyor muydu?
Hayır, ben Başbakanlık’taydım. Ama istenirse herhangi bir toplantıya herkesi davet edebilirsiniz.
- Davutoğlu isminin arkasına iki nokta üst üste koysak yapacağınız tarif ne olur?
Davutoğlu siyasetçi olmadığı halde siyaseti kucağında bulan ve çok zor bir dönemde buna hızla adapte olmak zorunda kalan, birçok yeteneğiyle bu gerekliliğin karşılığını verebilen ama bazı yönleriyle de hâlâ öğrenme sürecinde olan birisi.
- Davutoğlu’nun bugün hangi yönleri sizce yetersiz?
Siyasetçi toplumla daha sıcak ilişkiler üzerinden kendisini tanımlayan bir kişi. Davutoğlu öyle bir yapıya sahip değil. O bir entelektüel ve o dünyanın sınırları içerisinde kendini tanımlayıp oradan hareketle kendi dışına çıkan, el uzatan bir kişi. Bu bizim siyasi kültürümüzde çok rastlanılan bir figür ortaya çıkarmıyor, Türkiye’nin siyasi kültürü daha çok Demirelvari siyasetçileri ortaya çıkarıyor; 5 sene sonra karşılaştığında adamın adını hatırlayan, herkesin elini sıkan, öpen, bütün gününü onların şivesiyle sokaklarda geçirebilen, halk adamı diye tabir edilen insanlarla bugünlere gelinmiş olan bir dünya. Aslında Tayyip (Erdoğan) Bey de, Ahmet Bey de bunu kendi kişilikleriyle aştılar. Tayyip Bey çok uzun zamandır çıkmayan bir lider figürü oldu. Kitleleri dalga gibi aşan bir etkiye, büyük makro kitleye konuşma yeteneğine sahip. Dolayısıyla da bir sürükleyiciliğe sahip... Buna karşılık Ahmet Davutoğlu ise ayakları yere basan, adım adım yürüyen, inşa eden, gerçekçi, akılcı bir siyasetçi figürü izliyor. Ve zaten iyi yapabileceği şey de o. İlginç olan şu ki Türkiye’nin ihtiyacı olan şey de o. Bugün Davutoğlu başbakan olduysa bu tamamen kaderin cilvesi olarak olmadı.
- “İnşa süreci için özenle seçildiğini, ancak bazı gruplardan direnç olduğunu” köşenizde yazmıştınız. Sormak istediğimiz, Cerattepe ve Can Dündar/Erdem Gül’ün yargılanması sürecinde de somutlaşan Davutoğlu-Erdoğan arasındaki geriliminin sizdeki yansıması.
Burada iki farklı insan var. Temel misyona ilişkin uzun vadeli bakışlarında bir farklılık olduğunu düşünmüyorum, ama bunun nasıl yapılacağı, nasıl yapılması gerektiği konusuna gelindiği zaman her iki insanın arasında olduğu gibi burada da farklar var. Siyaset bu farkları birlikte oturup çözümlemekten geçiyor. Burada AK Parti’nin dışarıya verdiği imaj açısından çok başarılı bir tablo çizmediğini düşünüyorum. Kamuoyu bu iki insanın tam olarak anlaşamadığını düşünüyor. Bu normal, ama siyaset anlaşarak yürümelerini gerektiriyor. Ancak ortaya çıkan boşluklardan hareketle söylenen “Kendisi iyi ama çevresi kötü” diye bir laf vardır, burada hakikaten iyi olmayan bir çevre var. Bu boş bir laf değil. Böyle bir çevre varsa, sorumluluk tepedeki kişidedir. O zaman da önümüzdeki döneme ilişkin temel bir problematiğin ortada durduğunu gösteriyor.
AK Partililer önce AK Parti nasıl bir şey olacak diye konuşmak zorundalar. Türkiye’yi yönetmek istiyorsa AK Parti önce kendisi üzerine düşünmek ve kendisini yeniden inşa etmek zorunda. Yeni Türkiye lafı artık çok gündemde değil çünkü yeni Türkiye yeni bir AK Parti’ye muhtaç. AK Parti kendisini masaya yatıramadıkça ve kurumsallaşma üretemedikçe yeni Türkiye yaratması çok zor ve akıntılara kapılarak tepkilerle gitmek zorunda kalacağı çok açık.
- AKP’nin yüzleşmesi gerekenler arasında 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmasında yer alan iddiaları da koyuyor musunuz?Hürriyet’te Cansu Çamlıbel Aralık 2014’te size yolsuzlukları sorduğunda darbe tehlikesinin hâlâ geçmediğini savunarak şunu demiştiniz: “Bu üç seçim büyük bir viraj. Benim vatandaş olarak ‘Artık AK Parti’nin hakikaten bir şeyler yapması lazım’ diye hissedeceğim an 2015 seçiminin sonrasıdır.” Bu alanda hiçbir adım atılmadığı bugün siz ne diyorsunuz?
Yolsuzlukla ilgili dosyalar Yüce Divan’a gitme noktasına geldiği zaman da bunun yapılabileceğini düşünüyordum. Ama o dönem yapılsa bunun AK Parti için riski olup olmadığını bilmiyoruz. Eğer o eşik geçilseydi hakikaten AK Parti rahatlamış olacaktı. Çünkü o bir kambur ve son rakamlar için yeni bir saha çalışması yapmak lazım ama AK Partililerin en az yüzde 50’si yolsuzluğun varlığına inanıyordu.
- Davutoğlu ve Erdoğan Yüce Divan oylaması sürecinde sizce nasıl ayrıştı?
Davutoğlu kendi rızalarıyla Yüce Divan’a gitmeleri için çıkış yaptı ve bu da oluyordu. Tam bu olurken Erdoğan, bunun ne getirip ne götüreceğinin belli olmadığını ve şu anda bu riskin alınmaması gerektiği yönünde bir ağırlık koydu. Ve yavaş yavaş bütün fikirler ona doğru kaydı.
- Davutoğlu, sizce Erdoğan’a karşı iradesini koyamayan bir lider mi?
Gerçekçi olalım, Davutoğlu muhtemel başbakanlar listesinde çok aşağılarda olduğu söylenen birisiydi. Davutoğlu’na başbakanlığa getiren kişi Erdoğan’dır. Onu ikna etmeye çalışmış olan pek çok insan da olabilir tabii.
- 17-25 Aralık yolsuzluk iddialarıyla yüzleşmeme, Yüce Divan oylaması sizce Davutoğlu için bir yara mı?
Davutoğlu ilkelerle yürümek isteyen birisi. Kişisel olarak sırtında kambur taşımadığı ölçüde, AK Parti’nin de kambursuz yürümesini isteyen bir kişi. Önüne ilkesel mesele geldiğinde Davutoğlu’nun o ilke yönünde pozisyon alacağını öngörebiliriz. Orada da öyle yaptı, “Madem böyle ithamlar var AK Parti niye bunu taşısın?” dedi.
- Tapelerdeki konuşmalar nedeniyle de zemini olan bir iddia: Erdoğan’ın Yüce Divan oylamasındaki tercihi sürecin kendisine de değme ihtimalinden kaynaklanıyor olabilir mi?
Kamuoyunda konuşulan bir şey siyaseten göz ardı edilemez. Ne kadar gerçektir ayrı ama Erdoğan’a değme meselesi, Yüce Divan’ın da siyasi kaygıyla davranma ihtimalini öne çıkarttı ve AK Partililerin önemli kesimi bu ihtimali gerçekçi buldu, o zaman da bundan caydı.
- Bunlar olurken siz “Yolsuzluklar var ama 90 yıldır var” dediniz. Her dönem bir başbakan “Babacım, 30 milyon Euro daha var” cümleleriyle anılıyormuş gibi bir algı yaratmıyor mu bu söyleminiz?
30 milyon filan değil, ondan çok daha büyük miktarlar hukuki olan veya olmayan yollardan paylaşıldı. 80’lerde 2-3 bin dolar kişi başına düşen milli gelir, bütün dünyada 20 yıl içinde 3-4 misli sıçrama yaşarken Türkiye’de aynı yerde saydı. AK Parti’nin iki senede düzelttiği bir bütçe, şans faktörüyle açıklanabilir bir şey değil. AK Parti eğer gelip 2-3 sene içinde yüzde 86 olan faiz ödemesini yüzde 15’e çekebiliyorsa, insan üstü yaratıklar olduğu için değildi. Ve bu 20-25 sene yapılmamış. Bu, o miktarın gayri meşru şekilde paylaşılması demek. Dolayısıyla bu milyonların çok ötesinde rakamlardan bahsediyoruz.
- Bu notunuza rağmen “Yolsuzluk 90 yıldır var” söyleminiz 30 milyon Euro, ayakkabı kutuları, bakan evinde para sayma makinaları, çikolata alışverişini rasyonalize eden/normalleştiren bir söylem değil mi?
Hayır. Bu çikolata, ayakkabı kutularının onaylanma ihtimali yok. Bunu İslami duyarlılığı olan insanların da kabul etme ihtimali yok. Bunun üzerine gidilmesini istiyoruz, ama bunun üzerine gidilmesinin suiistimal de edilmemesini istiyoruz. Buna İslami duyarlılığı olan insanların da ikna edilmesi gerekiyor ki bu açığa çıksın ve temizlensin. Bunun için adil davranmamız lazım. “Evet, 90 sene yürüyen bir yozlaşma, yolsuzluk meselesi var bu cumhuriyetin. Çok paralar çar çur edildi. AK Parti bunu gerçekten de sistem olarak düzeltti. Ama şu anda yapılan kabul edilemez.” Bu tür bir bağlamın içine oturttuğunuzda bu insanlara bir güven verme ve bu yolu aşma şansınız var. Aksi halde bu insanların çekingenliğini aşma şansınız yok.
Dışarıdan bakanların çok zor anladıkları bir şey var; AK Partililer hâlâ çok tedirgin. “15 senedir yönetiyorlar, her dedikleri oluyor, çok güçlü bir liderleri var” gibi bir ruh hâli yok. Sahaya indiğinizde, AK Parti tabanıyla konuştuğunuzda korku, tedirginlik, endişe had safhada. Bu tarihsel bir olgu... Örneğin bir AK Parti toplantısında; ilkesel olarak bir tutum alınıyor, dışarıdan gözlemci olarak hayalimin ötesinde demokratça bir tutumla başlanıyor ve bir karar veriliyor. Birisi “Acaba bu atacağımız adımın şöyle bir riski var mı” diyor ve o noktadan sonra insanlar o riski konuşmaya başlıyorlar ve o risk gözlerinde o kadar büyüyor ki o reformdan vazgeçiyorlar. Bu AK Parti’nin ruh halini anlatan bir prototip toplantı.
- Protesto eylemlerinde şiddet, yasama sürecindeki torba yasalar, Güneydoğu’daki bazı ilçelerin dümdüz edilmesi, TİB-MİT-HSYK kanunları, Erdoğan’ın televizyon ekranlarından ilan ettiği ‘vatan hainleri’ ile birlikte düşündüğünüzde tedirginlik sizce hoyratlığa dönüşmüyor mu?
Sözünü ettiğim tedirginlik, tedirginliğe verilen cevabı aklamıyor. Tedirginlik tabanda. Tabandaki tedirginliğe hitap edebildiği ölçüde AK Parti’nin otoriterleşmesi kabul görebiliyor. Ama bu tedirginliğe hitap edemediği zaman, İslami kesim otoriterliği kabul etmeyecektir.
- “Faşizm dediğimiz zaman bir gücün temerküz etmesi, hukukun zapt edilmesi biçiminde bir ayağı olduğu gibi sosyolojik bir ayağı da var. Buna göre devletin bunu yapmasının nedeni toplumun geleceği açısından doğru ve gerekli olduğu inancıdır. Bunun arkasında da psikolojik bir horlanmışlık vardır. Bu horlanmışlığı devlet ne kadar paylaşırsa ve bunu kullanarak nasıl bir güç üretebilirse toplumu o kadar kendine çekebiliyor. Böylece faşizm kimliksel olarak dışarıya karşı bir uyanışı da ima ediyor. Dışa karşı olan bu kimliksel uyanışın içe karşı da tezahürleri var. İçeride de bu ideolojiye yakın olanlarla uzak olanları kendiliğinden birbirinden ayırıyor ve uzak olanları otomatikman iç düşman haline getiriyor.”
“Bir Demokratın Gündemi” adlı kitabınızda yaptığınız bu faşizm tanımını eşittir AKP politikası olarak okuyabilecek kişilere “Alakası yok, tamamen haksız bir benzetme” yanıtı mı verirsiniz?
Alakası yok değil, biraz önce konuştuğumuz gibi AK Parti’nin otoriterleşme eğilimi var. Ama Türkiye’de şimdiye kadar niçin faşizm olmadı? 12 Eylül oldu ve biz olana faşizm dedik, ama faşizmin aslında ne olduğunu Avrupa’dan biliyoruz. Faşizmi halksız yapamazsınız. Halkın otoriter eğiliminin güçlü olmasını gerektiren bir durum bu, ama bizim halk ataerkil. Türkiye’de ataerkillik içi dini ideolojiyle doldurulmuş bir zihniyet. Ve din de, laik kesimin pek anlamadığı şekilde, özgürlük alanları açan bir şey. Çünkü kimse gerçekten Allah’ın ne istediğini bilmiyor, dolayısıyla kimse “Ben bunu biliyorum” diye bir şeyi bir noktadan sonra bastıramaz. Ataerkillik kendi iç dünyasında demokratlığı üretemeyebilir, ama otoriterliğe de cevaz vermeyen kendi iç korumalarına sahip.
- Dini kullanarak farklılıklara baskı kurmayı yok mu sayıyorsunuz?
Bunun için din kullanılabilir, ama Türkiye’de dinle insanları kitlesel milislere çeviremezsiniz. İslami kesimde bütün 70-80-90’lı yıllarda neden sadece çok ufak bir İBDA-C çıktı ve o İBDA-C de sonradan milliyetçi hale geldi? Bu insanlar neden silahlanmadı, eğer bir marifetse neden milisleşmediler? Faşizmler halkın bir şekilde kendisini ordulaştırmasıyla da bağlantılı bir olay. O inisiyatifin halkın içinden çıkması, bunu anlamlı bulması ve üniformalılaşması demek. Ve din buna izin veren bir şey değil. Çok basit bir örnek verelim: AK Parti, Haziran seçimlerinde Güneydoğu’da birçok yerde oy kaybetti. Seçimden önce Erdoğan’ın Kuran’la kürsüye çıkması Kürtler için kabul edilebilir bir şey değildi. Avrupa’da şu an saha çalışması yapıyorum ve AK Partili insanlar orada bana hâlâ bu örneği anlatıyorlar. Öyle bir ideoloji var ki kimseye ait değil. Böyle bir ideolojide salt kaba kuvvetle ne kadar otoriterleşebilirsiniz?
- Mahçupyan’a göre “Türkiye faşizm olmaz, ama otoriterleşme artabilir” mi?
Kendi sınırını aşarak farklı kurumlara müdahale, otoriterleşmeyi ifade eder. Bu da çoğu zaman başka otoriterleşmelere tepkidir. Başka türlü de davranabilirler, ama her siyasetçi kolay yolu seçer. Ve taban da sizin yanlış yolunuzu bir şekilde ‘eyvallah’ diye karşılıyorsa o kolay yoldan gitmeye devam edersiniz.
- “11. kez tereddütsüz oyum AKP’ye” diyen siz, bu yaşananlar ardından 12. kez oyunuzu, yine tereddütsüz AKP’ye verecek misiniz?
AK Parti, İslami duyarlılığı olan kesimi temsil ettiği, taşıdığı oranda anlamlı olan bir parti. Bunu da hâlâ yapıyor. Dolayısıyla da Türkiye’nin sosyolojik olarak değişiminin İslami kesimden tetikleneceğini düşündüğüm için de bu parti önemini koruyor. Bu parti kendi içinde homojen de değil, AK Parti sadece Tayyip Erdoğan da değil, ondan fazlası. İstediği kadar güçlü lider olsun, AK Parti sosyolojik olarak ondan fazlası. O yüzden de ben AK Parti’yi desteklemeye devam ediyorum. Ama bunu yaparken de AK Parti’nin içindeki sorunları, bu sorunların bazılarının da Erdoğan’dan beslendiğini veya onunla ilişkili olduğunu da görmezden gelme niyetinde değilim. Ama tek suçlunun o olmadığını bilmekte de yarar var. “Erdoğan ne isterse AK Parti onu yapıyor” varsayımı çok doğru değil.
- AKP içinde Erdoğan’a direnç gösterilen hangi başlıklar var sizce?
İçeride ikna edilmesi, yanına çekilmesi, dengeler kurulması gereken çok sayıda iç aktör var.
- Kimler bunlar, önem sıralaması yaparak paylaşır mısınız?
Sosyolojik olarak bakalım, AK Parti 10-15 dini cemaatin temsilcisini kendi içinde tutan bir parti. Birbiriyle bağlantısı olmayan çeşitli iş dünyası grupları var, siyasetçi olarak Milli Görüş tarafı var, merkez sağ tarafı var, milliyetçi tarafı, Kürtleri var. Ve bütün bu aktörler arasında dengeler var. Hiçbirisini kaçırmak veya kendisine potansiyel muhalefet yapmak istemiyor. Dışa karşı söylem farklı bir şey, içeride daha ince ayarlı işlerin olduğunu öngörmemiz lazım.
- Türkiye toplumunun temel dinamiği olarak koyduğunuz İslami kesimin, eleştirdiğiniz Türk milliyetçiliğiyle iç içe geçmiş olması ne kadar gündeminizde? Askerle yan yana fotoğraf veren AKP’nin Kürt meselesindeki güvenlikçi tutumu ve Gülen cemaatini terörist ilan etmesi sizce resmi ideolojinin ne kadar arzu etmediği tavırlar?
Birdenbire eski devlet dediğimiz şeyden çok farklı davranma niteliğine sahip olamaz bence. Bürokrasinin kendi mantığı var, onunla iş yapıyorsanız, örneğin STK olarak, o zaman AK Parti’nin çok uzağında başka bir devlet buluyorsunuz karşınızda. Ve bu milliyetçi, azınlıklara alan açmaya niyeti olmayan, cinsiyetçi bir devlet. Bu birdenbire değiştirilebilir bir yapı da değil.
- AKP bu nitelikleri değiştirmeye sizce ne kadar meraklı?
AK Parti içinde bunu değiştirmeye çok meraklı olanlar var, hiç meraklı olmayanlar var. Türkiye’de Müslümanlık, milliyetçilikle de çok iç içe geçmiş olan bir akım. O yüzden de AK Parti tabanının en az yarısının daha klasik merkez sağ, milliyetçi-muhafazakâr bir blok olduğunu görmek lazım, onların dışında birbirinden kopmuş ama iç içe geçmiş bir başka ağ olduğunu da.
- Siz ‘halk ihtilali’ tezinizi ‘kopuk ama iç içe geçmiş’ diyerek tarif ettiğiniz bu kesimden yola çıkarak mı yapıyorsunuz?
Aynen öyle, onlar AK Parti tabanında sadece yüzde 1’di, şimdi yüzde 15 oldular. Ve trend bu. Türkiye’ye bir nesil daha verdiğimizde burası yüzde 25’e gelecek. İki nesil sonra zaten AK Parti böyle bir AK Parti olamayacak. İstese de istemese de, daha demokrat bir parti olacak. Eğer Türkiye’yi yönetmek istiyorlarsa muhtemelen diğer partiler de böyle olmak isteyecekler. Şu anda herhangi bir şeye entelektüel yatırım yapmak gerekiyorsa ben bu yeni oluşmakta olan, bir anlamda melezliğin de önünü açan yeni nesli tercih ediyorum. Dindar geçmişleri olmasına rağmen hem dindar, hem de dindar olmayan çocukları beraberce bulundurabilen aileler var. Veya laik kesimin marjında yavaş yavaş dinle tanışan, onu kendi kültürü içinde yeniden yorumlayıp arayan yeni bir tipoloji var. Ben bu yeni insanların geleceğin küresel ortamında çok daha fazla ayakta kalabilecek, dünyayla konuşabilen bir prototip olduğunu düşünüyorum.
- Sizce bu yeni insanlar, bugünden feyz alıp “Affedersin Ermeni” der mi?
Demeyecekler. Şu anda dendiğinde de rahatsız oluyorlar.
- Erdoğan “Affedersiniz Ermeni diyorlar” dedikten 3 gün sonra, 8 Ağustos’ta 5N1K’da “Hepimizin paylaştığı bir çiğlik, ama bunun ağzından çıkmasını artık durdurabilmemiz gerekiyor. Başbakan bununla ilgili bir şey söylemedi” dediniz. Ardından, 26 Ağustos 2015’te Akşam’da “Erdoğan’ın ne için affedersiniz dediğini görmek için zekaya ihtiyaç yoktu” ifadesini kullandınız. Sizce Erdoğan ne için ‘affedersiniz’ dedi; makul gerekçesi varsa siz neden 5N1K’da ‘çiğlik’ dediniz?
İki olay var; biri Erdoğan’ın somut olarak o cümleyi nasıl kurduğu. “Affedersiniz Ermeni” kelimelerinin arasında iki kelime daha var, ‘çok kötü atıflarla’ demek istiyor. O çok kötü atıflara ‘affedersiniz’ demiş oluyor. Dolayısıyla o lafından hareketle Erdoğan yargılamasının çok ahlaki olmadığını düşünüyorum.
- ‘Çok kötü atıflar’ dediğiniz?
“Ermeni dölü” meselesi. Cinsiyetçi bir tarafa vurgu yapıyor. Ben bir siyasetçinin bir lafını evirip çevirip kullanmaya karşıyım. Ama ilkesel olarak da şunu söylüyorum, o siyasetçi dikkatli olmalı ve bunu kullanmamalı.
- Şunu da söylemiştiniz: “Erdoğan’ın bazı sözlerini gaf olarak görmemiz, siyasi bilgisizliğimizden de kaynaklanıyor.” Gafların, siyasi bilinçle yapıldığını ve belli mesaj taşıdığını düşünen siz...
Siyasetçinin sorumluluğu var; bir tane gaf yapabilir ama ikinciyi yapamaz. Yaptığı takdirde siyasetçi sorumluluğuyla onu taşımak zorunda kalır.
- Erdoğan daha önce de “100 bin Ermeniyi sınır dışı ederiz” demişti.
Eğer Erdoğan’ın özgürlükten yana halisane bir duruşu varsa çok daha dikkatli olması gerektiğini düşünüyorum. Yapmıyorsa bunu İslami duyarlılığa sahip insanların gözünde de taşır.
- İslami kesimin bu sözleri sizin kadar umursayacaklarından emin misiniz?
Benim kadar umursamaları çok mümkün değil. Ama benden bile çok umursayan insanlarla karşılaşıyorum. Çünkü eğer bilinç düzeyleri başka bir noktaya gelmişse ve hayata daha demokrat bakıyorlarsa insanlar kendi yaptıkları haksızlıklardan daha çok etkilenirler. Demokratça bakmak laiklerin tekelinde değil. İslami kesimde de demokratça bakan ve kendi yaptıkları haksızlıkları, başkalarının kendilerine yaptıkları haksızlıklardan daha fazla önemseyebilen insanlar var.
- “Bir Ermeni olarak kendimi daha ziyade Osmanlı hissediyorum” sözleriniz üzerine Hayko Cepkin, Erdoğan’ın sözlerini hatırlatarak “Mahçupyan için sarf etmiş olabilir” dedi. Bugün Ermenilik artık taşımak istemediğiniz bir kimlik mi?
Bende Ermeni toplumu adına konuşan insanların verdiği bir rahatsızlık var. Yüzeysel, araçsal bakma, ilkeli görünmenin ardındaki kaypaklık... Bazı insanlar böyleler. Her toplumda böyle insanlar var. Bu tür insanların konuştuklarında ‘Ermeni olarak konuşuyor’ olarak algılanmalarından rahatsızım. Ama şunu da söyleyeyim; benim için milli kimlik esas olarak çok anlamlı bir kimlik değil zaten, kültür önemli.
- Siz “Kaypaklık yapıyorlar” derken “Hepiniz Ermeni, hepiniz piçsiniz” pankartlı mitingde poz veren bir bakanı, “Ermeni” dendiği için hakaret davası açan bir belediye başkanını barındıran ve “Affedersiniz Ermeni diyorlar” diyen bir lidere sahip AKP’de danışmanlık yapmanızın rahatsızlık vermesi ne kadar şaşırtıcı?
Çok devasa bir yapıya bakıyorsunuz, siyasi ve sosyoloji kısmı olan. Siz kötü örnekleri seçiyorsunuz. Kötü örnekleri seçerseniz zaten hiçbir şey yapmayın. Ben iyi örneklere bakıyorum. Ve umudun giderek artmakta olan iyi örneklerde olduğunu düşünüyorum, kötülerin de kendiliğinden veya sürtüşme içinde iyiler sayesinde elimine olacağını düşünüyorum. Olmayacaksa zaten niye uğraşalım ki?
- Hrant Dink katledildiğinde “Babam ‘Bu Türkler değişmez’ derdi. Hrant’la biz bu telkinlerin üzerinde durmazdık. Babamın çoktan öğrenmiş olduğunu bilecek yaşta değilmişiz. Hrant için bugün sokaklarda biriken insanlara bakınca ‘İşte benim Türklerim’ desem de sonunda diğer Türkün çıkıp damga vurduğunu nasıl gözardı edebilirim? Bugün artık esas mesele soykırım değil, bu 2 Türkün arasındaki mesele.” Fikriniz mi değişti, yoksa bir taraftaki Türkler öteki Türkleri değiştirebildi mi?
Bu değişim nesiller isteyen bir şey. Ama şimdi şöyle bakalım; AK Parti’nin öncesiyle bugün arasına bakalım; Ermeni kimliği ne kadar dışarı vurulabiliyor, soykırım meselesi ne kadar konuşulabiliyor, tarihe ne kadar açık yüreklilikle bakabiliyoruz, Doğu’ya gittiğinizde insanlar size nasıl bakıyor, orada olanları size göstermeye ne kadar hevesliler? Tüm bu soruların cevapları olumlu. Yeterli bulmayabiliriz tabii ama Türkiye bu açıdan olumlu bir yere gitti.
- Siz soykırım açıklaması yaptığınızda Davutoğlu böyle bir şeyin olmadığını açıkladı. Hatta daha sonra yaş haddinden kaynaklandığını açıkladığınız danışmanlığınızın sonlanması, bu açıklamanıza yoruldu.
Siyasetçilerin söylemek zorunda olduğunu düşündükleri cümleler olabilir. Bu tür bir meselede muhatabım siyasetçiler değil. Bu tür değişimler tabanda gerçekten düşünerek, gönüllere girerek oluyor. Bu noktada Türkiye olumlu bir noktaya doğru gidiyor.
- Hayko Bağdat “Artık bizim mahalleye yazmıyorsun Etyen Abi. Seni okuyanlar aynı zamanda Akit okuru. Bizleri analiz edeceğine öncelikli olarak yeni müşterilerinin davranış biçimini analiz etmende ‘hayati’ önem var” demişti.
Ne anlama geliyor bu?
- Sanıyoruz kastı, fiziksel şiddet ve nefreti arttırma ihtimali.
‘Akit okurları’ da bir nefret söylemi. Böyle bir genelleme, kategori olabilir mi? Sen Akit okurlarının kim olduğunu biliyor musun? Bunun, bu tür bir dilin, çok kolaycı, çok yüzeysel, çok eforik bir dil olduğunu düşünüyorum.
- Akit tarihinde gazetenin hedef gösterdiği bazı insanların öldürülmesi Bağdat’ın aklından geçenlerden biri olabilir.
Akit okurlarından bahsediyor, Akit’ten bahsetseydi sorun yoktu.
- Sizin tavrınızı kibirli bulanlara ne dersiniz?
Bir miktar kibirli olabilirim. Her insanın kibrinin öne çıktığı alan ve durumlar vardır. Bazı alanlarda hiçbir şekilde kibirli olmayan bir insan kendisi için kritik olan konularda öyle davranabilir. Ben kendine aydın diyen insanların dünyasında kibrin iyi bir şey olduğunu da düşünüyorum. Herkesin kendisini ortaya koymasına teşvik eden de bir özellik olarak görüyorum.
- Gezi Parkı sürecinde Taksim Dayanışması’na ‘ergen’, ‘çoğu Ermeni aydın’a ‘palyaço’ diyerek Etyen Mahçupyan da uzlaşması gereken bir laik kesim mi yaratıyor?
Bu tür şeyleri söylediğim zaman belirli bir istiap haddi dolmuştur. Birinci günden böyle bir şey söylemem, belirli bir birikim, stratejik davranış kalıbı, suiistimal biçimi ortaya çıkıyor, bir doyum noktasına geliyor ve o noktada müdahale edilmesi gerekiyor. Çok daha önceden küçük tartışmalarla buraya gelmeden yapılabilir bunlar. Ama sonuçta haftada belirli sayıda yazıyorsunuz. Ayrıca en önemli mesele de muhtemelen o konu olmuyor. Öte yandan şu da var; ben öyle bir şekilde söylemek istiyorum ki buradan kaçış olmasın. Beni beğenmeyebilir insanlar, çok önemsediğim bir şey değil bu. Ama o konu yokmuş gibi davranılsın istemiyorum.
- O yüzden ‘palyaço’ demek sizce uygun mu?
Gerçekten palyaço gibi davrandıklarını düşündüğüm için söylüyorum. Ama öyle düşünmeme rağmen söylemeye de bilirim. Bunun tercihini yapıyorum.
- Son süreçte işten çıkarılsanız da Akşam’da köşe sahibi olmanız, Davutoğlu’nun danışmanı olmanız gibi imkânlar içinden bunu yapmanızda sizce hiçbir sıkıntı yok mu?
En imkânlı insanlardan biri değilim. Benden çok daha geniş ya da çok daha az imkânlara sahip olanlar da var.
- İşsiz olanlar da var.
Tabii... Bir yere tutunuyorsunuz ve kendi yağınızla kavruluyorsunuz. Ne kadarsa o kadar. Sonuçta hiçbir zaman “Büyük bir gazetede yazmayı hak ediyorum ama bana o verilmiyor” demiş bir insan değilim. Beni işten attığı için Ethem Sancak’a en ufak bir kınama sözü söylemedim. Hatta oradan ayrılırken tazminat da almadım, karşılıklı sözleşmeyi feshettik. Beni işe alırken hangi kaygılarla almışsa çıkartırken de aynı kaygılarla çıkartmıştır.
- Türkiye’deki medyada insanlar aldıkları maaşları söylemezler, ancak Erdoğan’a aşık olduğunu ilan etmiş Sancak’ın gazetesinde ödenen maaşların da ne olduğu bir bilinmez. Dolayısıyla sorsak; Akşam’da maaşınız ne kadardı?
Rakam söylemek istemem, sonuçta diğer insanların maaşlarıyla ilgili spekülasyon olur. Ama medya açısından ilginç olabilir; o zaman gazeteyle bir paket anlaşma yapmıştım.
- Nedir paket anlaşma?
Gazeteye yazı yazma, televizyon programı yapma ve gerekiyorsa gazete işlerine danışmanlık. Sonunda danışmanlık müessesesi çalışmadı, televizyon programımız yayından kaldırıldı ve tekrar konmadı, sadece gazeteye yazar oldum. Paket anlaşmasıyla başladığım için yazılarım için normalden fazla almış oldum. Ama bu tamamen gazetenin tercihiyle olan bir şeydi. Sadece yazılar için gidersek, Zaman’da aldığımdan farklı değildi...
- Zaman’da ne alıyordunuz?
Niye o kadar meraklısınız anlamadım.
- Türkiye’de maaşların neden söylenmediğini anlamadığımdan.
Söylenmemesinin tek nedeni var; orada şu anda çalışmakta olan diğer insanlar. Ama şunu söyleyeyim; birkaç tane kategori var, bir tanesi 3-5 bin lira içinde alanlar, 8-10 bin lira içinde alanlar, ben bu ikinci gruptayım, bir de 13-15’in üzerinde alanlar. Ankara’da iş takibi yaparak 30-40 bin lira insanlar da vardı, belki hâlâ vardır. Ama sıradan köşe yazan insanların 3 kategoride olduğunu görüyoruz. Daha köklü müesseselerde çalışıp orada duayen haline gelmiş insanların üst baremde olduğunu, yeni işe girmiş ve haftada bir iki yazan insanların ilk baremde olduğunu düşünmek mümkün. Benim gibi bir süre sonra köşe yazarı olarak kabul edilmiş olan ve çok geniş olmasa da iş teklifi alma potansiyeli taşıyan insanlar da bu ortadaki baremde.
- “Ankara’da iş tutan gazeteciler vardı” derken iktidara yakın medyadan mı bahsediyorsunuz?
Medyanın köklü bir müessesi o da, iki taraftan da var.
- Eski alışverişlere dair hâlâ bilinmeyen pek çok detay muhtemelen olsa da söylediğinizde yeni olan AKP’ye yakın bazı gazetecilerin de ‘iş takibi’ yaptıkları.
Oralarda o tür bir kategori benim gördüğüm kadarıyla yok. Yandaş denilen medyanın partinin çeşitli kanatlarıyla organiğe yakın bir bağı var. O yüzden de çok maharetli gazetecilere ihtiyacınız yok.
- “Son süreçte benim gazetem de bir ‘taraf’ oldu ve diğerleri gibi siyasi işlevini öne çıkardı. Medya Türkiye’de ne yaşandığı ve niçin böyle olduğu sorularının peşinden gitmektense, propagandist bir gerçeklik tablosu çizmeyi tercih etti. Bugün bu eğilim yükselmeye ve hastalıklı bir yapı üretmeye devam ediyor.” Bu cümleleri yazarak ayrıldığınız Zaman’dan Akşam’a geçtiniz. Akşam’ı tercih sebebiniz ‘daha az propaganda yapması’ mıydı?
Akşam hiç de bu tür bir misyonla ortaya çıkmış bir gazete değildi.
- Nasıl; Sancak, Erdoğan’a destek olmak için medyaya girdiğini açıklamıştı.
Zaman içinde belirli bir noktaya geldi. Akşam’ın yapmak istediği gazetecilikle ilgili olarak çok daha idealist bir tablo çiziliyordu. Nitekim Gülay (Göktürk) da bu sebeple oraya alındı. Ama sonra o noktadan uzaklaşıldı. Bu satış rakamlarına da yansıdı. Bir şekilde gazetenin iç yapısına, insani malzemesine de yansıdı. Ama bu patronaj açısından bir siyasi tercihti.
- Sizin Akşam’da rahatsız olduğunuz manşetler neydi?
Gazetenin tüm tavrının çok apolojetik olduğunu söyleyebilirim.
- Siz yayın yönetmeni olsaydınız öyle bir gazete çıkarır mıydınız?
Herhalde bir günden fazla durma ihtimalim yok. Zaten bana öyle bir teklifin gelmesi mümkün değil.
- Şu sebeple de soruyoruz: Bir yazarın bir gazetede yazmasının kriterleri ne? İnsanları, kurumları hedef gösteren bir gazetede yazan biri aynı zamanda kendine “Aydınım” demeyi sürdürebilir mi?
Biz hayatını yazı yazarak kazanan insanlarız. Mesela size bir sanayi firması iş teklif etti, ancak sanayi firmasının bir vergi kaçakçılığı da yaptığını biliyorsunuz. Ama önünüzde başka firma yoksa firmanın genel ahlaki, siyasi duruşundan bağımsız bir birey olarak orada çalışıyorsunuz. Ben köşe yazarlarına yöneltilen bazı soruların gerçekçi olmayacak kadar normatif bir algıya sahip olduğunu düşünüyorum; köşe yazarları istedikleri gazeteleri seçebiliyorlarmış gibi... Sonuçta bir işveren var, o size teklif ederse pazarlık ediyorsunuz, anlaşabilirseniz yazıyorsunuz.
- Hedef de göstererek propaganda yapabilen bir yayında ‘demokrat bir yazar’ olmakla vergi kaçakçısı bir iş yerinde geçinmek çalışmak arasındaki fark nedeniyle soruyoruz; siz örneğin Akit’te yazar mısınız?
Hiçbir yerde yazamıyorsanız ve yaşamak için sadece bu işi yapabiliyorsanız ve sadece size Akit bir teklifte bulunmuşsa bu teklifi kabul edenleri anlarım.
- Siz?
Ben yazmam. Bazı gazetelerde yazmama şansına başkalarından daha fazla sahip olabilirim.
- Sizce Akit ve Akşam nerede ayrışıyor?
Bir gazeteye giriyorsunuz ve siz oradayken adım adım bir değişim oluyor. Bu bir gazeteye yeni girmek gibi değil. Şimdi Akit’e yeni bir yayın yönetmeni gelse ve “Ben bu gazeteyi değiştireceğim, daha demokratik bir zemine oturtacağım” dese, o noktadan sonra bana bir teklifte bulunsa o zaman farklı bakarım.
- Buna rağmen “Kripto Ermeni” başlığıyla çıksa?
O zaman muhtemelen başka bir iş yeri olabilir mi diye bakarım, bulamazsam da belirli bir boşluğu kabul ederim, ayrılırım.
- Akşam insanları hedef gösterirken, iç düşmanlar yaratırken neden bu adımı atmadınız?
Bu tek taraflı olan bir şey değil, iki tarafta da buna benzer bir gazetecilik var. Siz de bir noktadan sonra rahatsızlık duyuyorsunuz, benden başkaları da rahatsızlık duydu ve görüşmeler oldu.
- Bu süreçte Ethem Sancak’la görüştünüz mü?
Ben şahsen görüşmedim, başka insanlar görüşmeye devam etti. İyiden kötüye birdenbire bıçak darbesiyle geçilmedi. Bu süreç içerisinde kendinize bir zaman koyuyorsunuz. Bu doğal olarak hayatınızla bağlantılı oluyor. Mantıklı bir noktada bunu kesmek gerektiğini düşünmeye, gazeteye gitmemeye, sadece dışarıdan yazı göndermeye başlıyorsunuz. Gazetenin televizyonu varsa zaten sizi davet etmiyor. Dolayısıyla sizi kullanmayan, sizi istemediğini söyleyen bir yapıda çalışıyorsunuz. Kamuoyuna ‘siyaset’ sözü vermiş birisi olmadığıma göre kendi bireysel hayatımın içinde bir geçiş noktası belirliyorum. Ama bunun da birkaç sene sürmeyeceği belli.
- Akşam’ın yayımlamadığı yazınızdan: “Göktürk’ün kıymetini anlamayanların dışarıdan aldıkları talimatla gazeteyi yazarlarına yönelik bir tetikçiye dönüştürecek bir noktaya sürüklemesi yeterince uyarıcı olmalı.” ‘Dışarıdan talimat’ derken kastınız kimdi?
Bu çok açık... Cumhurbaşkanı’nın bir başdanışmanı televizyonda yaptığı bir konuşmada adımı, sıfat olarak kullanarak hedef gösterdi. Ve Akşam’ın şu an yayın yönetmeni olan kişi “Mesaj alınmıştır” diye tweet çekti.
- Sizce Yiğit Bulut ilgili konuşmayı inisiyatif alarak yapabilecek biri mi?
Olabilir de, olmayabilir de. Oradaki denge ve boşluklara bağlı.
- Danışman dünyasını bildiğiniz için tahmininiz hangi yönde?
Boşluğun çok olduğu bir dünya. Siz inisiyatif almazsınız, ama inisiyatif almaya meraklı danışmanlara alan açarsınız. Rıza, emrivaki, engelleyememe... Bir sürü şey olabilir, bunları bilemiyoruz. Nasıl olduğunu bunu bizzat yaşayanlar bir gün anlatırlarsa öğreniriz.
- 2012’deki söyleşimizde Mehmet Altan’ın Star’dan çıkarıldığını hatırlattığımızda şu yanıtı vermiştiniz: “Kusura bakmayın ama son derece özgür bir alan var. Örneğin Mehmet, kaç gündür Sözcü gazetesinde manşet oluyor. Kim olursanız olun, sözü kullanmaya hazır bir yer var. İnsanların, kendi blogları var. Ayrıca bu insanlar tanınmış insanlarsa, bu sözün bir yere gitmeme ihtimali yok.” Bugün hâlâ aynı düşüncede misiniz?
Teknik imkanlar bize hâlâ özgür ortam sunuyor. Ama para kazanma dürtüsüyle de bakıyorsanız, köşe yazarı diye kimseye insanlar köşe vermek zorunda değil.
- Değil, ancak şimdiye kadar köşe verilmiş insanların 17-25 Aralık sürecinde çıkan tapelere de yansıyan siyasi baskıyla işten çıkarılmaları var. Patronaj ve köşe yazarı kalitesi denklemiyle sınırlamadığınızda “Hâlâ çok özgür bir ortam var” diyor musunuz? Sizi de işten çıkaranlar listesine katmış medyanın bugünü için “Hiçbirimiz masum değiliz”, “Bugünleri biz de var ettik” aklınızdan geçen cümleler mi?
İrili ufaklı şekilde, hiçbirimizin zaten masum olmadığını düşünüyorum. Siyasetin medyaya müdahalesi demokratik düzenin inşası açısından son derece önemli bir handikap bugün. Bir büyük siyasi kavga var ve bu siyasi kavganın içinde aktörleşmek isteyen medyacılar da var. Bu masum olmayan bir dünya, gazeteciler de masum değil. Ben şu modelin doğru olmadığını düşünüyorum; “Bir siyaset ya da güç ağı var ve birtakım köşe yazarlarının işten çıkarılmasına yol açıyor.” O köşe yazarlarının orada kalma ve yazma hakları varmış gibi. Öyle bir şey yok aslında. O köşe yazarları da hasbelkader yazıyorlar ve işlerini kaybediyorlar. Sistemin bütünü sakat... Ben de işveren olsam istediğime yazdırmak isterim.
- Ethem Sancak istediğine yazdırabiliyor mu sizce?
Esas problem siyasetle medyanın iç içe geçmesi halinin ürettiği durum ve sonuçlar. Şu veya bu insana yansıması değil. Kimseyi işten atmasalar da problem… Bunda gazetecilerin kendisi de sorumlu, ama gazeteciler sorunlu zaten. Gazeteciler kendini çok fazla siyasetçi sanıyor.
- Siz Akşam’dan çıkarıldıktan sonra Markar Esayan’ın Yeni Şafak’tan bu gazeteye geçtiğini öğrenince ne düşündünüz?
Çok uygun olduğunu düşündüm.
- Neden?
Sonuçta burada bir cephe savaşı veriliyor ve bazı arkadaşlar bu savaşın neferi olmak istiyorlar. Bu onların tercihi. Yaptığımız AK Parti analizinin de sonucu olarak ortaya çıkan böyle bir durum var.
- AKP’ içinde rol alanları kalitelerine güvenerek kullanılmayı bekleyen insanlar ve kavga için kullanışlılar diye ikiye ayırdığınız için; sizce Esayan ‘kavga için kullanışlı’ isimlerden mi?
Medyadaki insanların hepsine kavga için kullanışlı olma fırsatı veriliyor, öyle olmaya da bir miktar teşvik edilebiliyorlar.
- Bu teklifi kabul edip etmemek sizce neye bağlı?
Kişinin kendisiyle ilgili bir mesele, bir tercih. Bu tercih insanların gözünde yapıldığı için kamuoyu tarafından olumlu veya olumsuz bir değerlendirmesi de olacaktır. Bu kişi de bunu taşıyacaktır.
- Bu teklife ‘evet’ demenin arkasındaki motivasyon sizce ne?
O grubun içinde kalmak ya da hakikaten söylediğine inanıyor olmak.
- Sizi şimdiye kadar Markar Esayan’la yan yana düşünen insanlara ayrıştırmak için ne dersiniz?
Kimin aynı kefeye koyacağı, kimin ayrıştıracağı belli değildir ve bu zaman içerisinde değişir. İnsanların hangi kriterle baktığına bağlı; “O da AK Partili, o da” diyebilir biri, başkası “Hayır, o bilmem kimin, bu bilmem kimin adamı” der vesaire... Bunlar algı.
- Akşam’dan çıkarılana kadar sizin AKP cenahında bir gerilim yaşadığınıza tanık olmadığımız için; siz gazeteden çıkarılınca mı Esayan’la ayrışmış oldunuz?
Yazdıklarım şu anda kendisini AK Partili gören ve cansiparane yazılar yazan arkadaşların yazılarından farklı, ayrışma bu zaten. Ben de yazdıklarım dışında bir şey değilim. Yazılar ne kadar farklıysa arka plandaki tutumların da farklılığı hakkında bir spekülasyon yapabiliriz, ama o kadar.
- Peki şimdi AKP’yi eleştirenlere ve karşıtlarına “Etyen Mahçupyan’a bile tahammül edemiyorlar” dedirttiren ne? 2016’da nasıl bir ayrışma oldu?
Şu anda AK Parti doğrularıyla yanlışlarıyla yürüyen bir iktidar partisi. Doğruları, yanlışlarından fazla olduğu sürece yanlışlarının kabul edilebilir olduğunu düşünmek ve alternatifsiz olduğunu gördüğünüzde bunu kabul etmek mümkün. Böyle bir durumda AK Partililer yelpazesinde geniş bir konsensüs olabiliyor. Ama 2016’yla beraber ortaya çıkan yeni durum, mahkûm olunan yanlışlar olmamasına rağmen bazı yanlışların çok zorlandığı izleniminin olması.
- Başkanlık gibi mi?
Belirli bir tür başkanlık çizgisinin zorlanması, seviyenin düşmesi ve bazı işlerin gereği tam olarak yapılmadan kotarılmak istendiği izlenimi...
AK Parti’nin nasıl bir başkanlık istediğinin en azından ilkesel bazda çok daha önceden belirlenmiş olması gerekiyordu.
- Başkanlığı ademi merkeziyetle birlikte düşünmeye dair yazınız nedeniyle; Kürt meselesine dair bir ayrışmanız da var mı?
Ayrıştık demek de zor çünkü AK Parti’nin ne diyeceğini bilmiyoruz. Ama bu tür tutumlar AK Parti’ye destek veren geniş yelpazede çatlaklar oluşturuyor. Bunun her partide olması gerekiyor tabii ama bazı insanlar “Her halükarda ve ne olursa olsun AK Parti haklıdır” noktasına kayıyorlar. Benim şahsen o arkadaşlarla yan yana durmam çok mümkün değil, hangi parti olursa olsun. Çünkü bu bir maç değil, ölüm kalım savaşı değil. Bu Türkiye’yi yönetme ve geleceğe taşıma meselesi.
- Kırılma noktalarından Ergenekon ve Balyoz davasında, Gezi Parkı eylemlerinde, 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmalarında AKP tarafında bir fotoğraf verdiğiniz için; bugünün sizin için farkı tam olarak ne?
Çok açık bir fark var; o zaman AK Parti’nin karşısında onu ontolojik olarak (varlığını) zorlayan güçler vardı. Bir AK Partili olarak, şu anda öyle bir güç yokken yanlışlarını kabul etmek istemiyorum. Şu anda o derecede bir tehdit olmadığı için tehdit varmış gibi davranılmasının AK Parti’ye zarar verdiğini düşünüyorum.
- Erdoğan’a göre, Gülen cemaati tehdidi var.
Var ama hukuken ve siyaseten gerekenler belirli bir noktaya kadar yapıldı. Hâlâ o tehdit bürokraside mevcut, ama artık teknik yöntemlerle çözümlenebilir bir şey.
- Eski bir Zaman yazarı olarak yanıtınız önemli olacak: Sizce Gülen cemaati bir terör örgütü mü?
Kriminal ya da yarı kriminal, yargıyı ve emniyeti kullanarak üretilmiş olan dosyalar var. Bu dosyalarla bir sürü suçsuz insanın suçlanmasına yönelik bir çaba var. Tahşiyeciler, İzmir’deki casusluk ve Tevhid-Selam dosyaları neredeyse yoktan var edilmiş. Bunlar gündeme geldiğinde Zaman’daki editoryal ve muhabir kadrosunun bile şaşkınlıkla karşıladığına şahit oldum. Onlar bile bilmiyorlardı. Dolayısıyla cemaati kendi içinde ayırmamız lazım.
- Sizce Zaman’a kayyum atanmasına gerek var mıydı?
Zaman’ın finansal işlerinin nasıl yürüdüğü ayrı mesele, ama Zaman’da çalışan insanların suçlanması çok doğru olmayabilir. Zaman’da çalışan insanların belki sadece yüzde biri bu işlerin farkındaydı. Diğerleri işlerini yapıyorlardı.
- Suçlanıyor olsa siz de o paranteze girip Zaman yazarı olarak terör örgütünden maaşı almış...
Bunu da diyebilirsiniz. 17 Aralık sonrasında gazeteye gittiğimde şunun defalarca tartışıldığına şahit oldum: “Geleceği tam olarak bilmemiz mümkün değil, ama yüzde 100 bildiğimiz bir şey var; Mart seçimlerinden sonra Erdoğan yok.” Bir gazetenin bir siyasi partinin liderinin yüzde 100 olmayacağını kesin bir şekilde kendi içinde konuştuğu bir dünyaydı bu. Masum bir dünya değildi.
- Zaman’daki geçmişinize dair bir pişmanlığınız var mı?
Akşam’daki süreç orada da oldu. Editoryal çizginin tersine, düşündüğümü yazmaya devam ettim, bir süre sonra da onlar beni çıkardılar.
- Akşam’dan ayrıldıktan sonra egoistokur’da yayımlanan “Bizde asıl yalan beyan esastır” başlıklı yazınızda aklımıza ilk gelen şu oldu: Mahçupyan homofobik miydi?
İroni bizim çok hoşlandığımız bir şey değil…
- İroniden ziyade eleştirinizi dile getirmek için toplumun her kesiminin nefret duygusuyla yaklaştığı eşcinselliği kullanmanız...
‘Uygunsuz ilişki’nin cinsellikle ilgisi olduğunu düşünen bir okuyucu var. Ancak orada sadece ‘uygunsuz ilişki’ diyor.
- Öncesinde de cinselliğe işaret eden “Arkasına adam alacak insan mı” gibi ifadeleriniz var.
“Arkasında kim var” dediğin zaman bunun cinsellikle ilgili olduğunu düşünmeye de çok hazır olan bir okuyucu var.
- Siz kesinlikle bunu ima etmediğinizi mi söylüyorsunuz?
Hayır, düşünmedim değil. Tabii ki böyle anlaşılabileceğini de bilerek yüzümde müstehzi bir ifadeyle yazdım. Bunun öyle anlaşılması okuyucuyla ilgili. Ve orada okuyucuyla da bir şey paylaşmış oluyorsun. Okuyucu kendini çekip yazarın homofobik olduğunu söylediği zaman ben gülümsemeye devam ediyorum.
- Birilerini kötülemek için Türkiye’deki karşılığı belli olan ‘uygunsuz ilişki’, ‘arkasına adam almak’ ifadelerini kullandığınızda sizce okuyucu, bu örnekte ben mi homofobik oluyorum?
Bu bir durum… Bu ifadelerin böyle anlaşılmasına müsaitiz. Sonuçta bu bir ironik yazı ve de görmezlikten gelinmemesini istediğim bir yazı, o kadar basit. Türkiye’de maalesef görmezlikten gelinmemesini istediğiniz bir yazı yazmak istiyorsanız biraz kışkırtıcı olmanız lazım. Beni en çok rahatsız eden şey, herkesin gözü önünde olan ve herkesin görmezden geldiği bir durumun varlığıydı; seviyesizlik meselesi. O kişinin rahat bir biçimde, televizyonlarda benimle ilgili hakaret davası açarsam yüklü tazminat alabileceğim kadar güçlü ifadeler kullanabilmesi ve buna hiç kimsenin bir şey söylememesiydi. Dolayısıyla şunu söyleyebilirim, eğer bu homofobikse başım gözüm üstüne.
- Yanlış anlaşılmasın; eşcinselleri savunmak için bu eleştiriyi yapıyoruz.
Birçok eşcinsel bu yazıların çok önemli olduğunu da söyledi. Burada daha rahat olunması lazım, öyle bir cümleyle olan bir şey değil bu işler.
- Nefret bir cümleyle de, bir kelimeyle olabilen bir şey. Aksi istikametten kullanılan Hrant Dink’inki de bir cümleydi.
Bundan çok yaralanan birisi varsa ondan özür dileyebilirim. Nasıl ki ben o kelimeden o kadar yaralandım işte, Hrant’ın kullanılmasından... Ama genel olarak kitlesel bir anlam vererek, ideolojik yorum üretilecekse bu ancak istismarı davet ediyor benim açımdan.
- Davutoğlu’nun size söylenenlere karşı çıkmasını ister miydiniz? En azından kamuoyu önünde herhangi bir yorumda bulunmaması sizi incitti mi?
İnsani açıdan bakıldığında tabii ki böyle bir soru akla geliyor. En azından nasıl davranılacağını merak ediyorsunuz. Sadece Başbakan’ın değil, başka bir dizi insanın da nasıl davranacağını merak ediyorsunuz. Öte yandan kamuoyu önünde bir yorumun, hele sahiplenmenin o kişiler için ne kadar zor olduğunu da biliyorsunuz. Dolayısıyla gerçekçi bir bakışla, böyle bir gelişme beklemiyorsunuz. Olsaydı doğrusu şaşırırdım. Ama hoş bir sürpriz olurdu…
- ‘Sızma’ gibi ifadelerin yer aldığı Yiğit Bulut konuşmasındaki ‘küresel cep beslemesi’ de umursadığınız ve yazınızda cevap verdiğiniz bir başlık oldu. Bu suçlamaları önemsediğinizi düşünerek soracağım; T24’ün yayın yönetmeni Doğan Akın’ın Ali Bayramoğlu’na yönelik yazısına dair kaleme aldığınız yazıda geçen “Akın kendi sitesini finanse edenlerin o parayı nasıl kazandığını biliyordur” dediniz. Bunu açar mısınız, T24’ü sizce kim finanse ediyor?
Sonuçta bu alana girildiği zaman insanların, müesseselerin hiçbirinin çok masum olmama ihtimali çok kuvvetli.
- ‘Muhtemel’, ‘kuvvetli’, ‘olasılık’ bir şey, hüküm vermek başka.
Şimdi böyle bir konuda konuşmaya istekli olamam. Ama o kurumlar kendilerini biliyorlar. O kurumların nasıl kurulduğunu, o sırada kimlerin içinde olduğunu, nerelere girilip ne konuşulduğunu vs. medya dünyasındaki insanlar biliyorlar. Bu gereksiz bir olay. Bu gereksiz olaya girildiği zaman insanların kendisini de düşünmesi gerekiyor. Tüm finansörlerinizin sütten çıkmış ak kaşık olduğunu düşünmüyorsanız eğer bu konulara girmemeniz lazım.
- Türkiye’de ‘finanse edilmek’, ‘finansörü olmak’ karşılıksız para almak demek, bunu yaptığını ileri sürdüğünüz T24’ün sizce finansörleri kim?
Çok çeşitli kaynakları olabilir. T24 kendinden memnunsa, kendini bu anlamda sınavdan geçmiş pirüpak görüyorsa o da gözüm başım üstüne.
- Bulut’un para ilişkilerine dair iddiasını umursamış ve buna cevap yazmış biri olarak, sizin T24’e dair iddianızın kaynağını soruyorum.
Ben durup dururken yazmadım onu. Durup dururken yazı yazan Doğan Akın.
- Kastım, iddianızın içeriği.
O cümleyi tekrar okuyalım.
-“Doğan Akın kendi sitesini finanse edenlerin o parayı nasıl kazandığını biliyordur.”
Bu kadar. Sizin bilip söylemediğiniz bir şeyi benim söylememi istemeniz çok doğru değil. Ben sadece bildiğinizi söylüyorum.
- Benim bildiğimi?
Sitenin. Çünkü bu, Doğan Akın’ın yazdığına bir cevap. Doğan Akın’ın yazdıklarına, ima ettiklerine bir bakın. Ben de ona diyorum ki “Sen de seni finanse edenlerin nasıl para kazandığını biliyorsundur.” “Ben biliyorum ve hiçbir şekilde gocunacak hiçbir şeyim yoktur” diyorsa onu yazsaydı.
- “Gizlimiz de, kayıt dışı paramız da yok” diyerek o ayki geliri yazdı.
O zaman bu sizi ikna edici bir cevapsa sorun yok. Ben o tartışmaya devam etmedim, “Sen yalan söylüyorsun” demedim.
- Ancak bir iddiada bulundunuz.
İddiada bulunmuyorum, “Nasıl para kazandığını biliyordur” diyorum. Ve bu bir cevap… Bana göre Doğan Akın bu cümleyi hak ediyor, o cümleyi de bunun için yazıyorum. Bunu, yazısının bunu hak eden kısmıyla birleştirip konuşmak gerekiyor. Yoksa ben burada bir iddia öne sürmüyorum. Ben Doğan Akın’ın söylediği bir şeyden ötürü böyle bir cümleyi hak ettiğini düşündüğüm için söylüyorum.
- Anlamıyorum, netleştirir misiniz?
Netleştirmek için Doğan Akın’ın yazısını basmanız ve bunu da oraya koymanız lazım.
- Olur. (Doğan Akın’ın ‘Hansel ve Gretel ve Ali Bayramoğlu’ başlıklı yazısını okumak için tıklayın)
Ama siz şunu söylüyorsunuz, Doğan Akın cevap vermiş, herkes zaten müsterih, memnun, tamam.
- Biraz daha ötesini söyledim; T24’ün finansörü olduğunu söylüyorsunuz, sizce kim bizim finansörümüz diye soruyorum.
T24 para kazanan bir yer mi?
- Kıt kanaat, evet. Kendi parasıyla geçinen bir kurum.
Kimseden, dışarıdan hiç para almıyor mu? Hiçbir zaman almadı mı?
- Gördüğüm ve Doğan Akın’ın benimle paylaştığı bilgilere göre, evet.
Kuruluşunda da hiçbir zaman almadı?
- Evet.
Siz bunu yazarsanız, tartışma daha detaylandırılabilir. Kuruluşundan itibaren eğer para aldıysa, ben de diyorum ki o aldığı grup ya da kişi nasıl para kazandı biliyordur. Çünkü onun yazdığı yazıda böyle bir şey vardı. O yazı bel altı, neredeyse gayri ahlaki bir yazı. Doğan Akın o ilk yazıyı niçin yazdığını yazsın.
- Doğan Akın’a sordum, burada da yayımlanmak üzere verdiği cevabı paylaşıyorum: “T24 ne kurulurken, ne de daha sonra hiçbir yerden para almadı. Bunu hem yazdım, hem konuşmalarımda açıkladım ve Bayramoğlu’yla tartıştığım sıradaki T24’ün gelirini duyurdum. T24’ün bütün mali kayıtlarının Mahçupyan’a açık olduğunu da burada duyuruyor, bu şeffaflığı taahhüt ediyorum. Ve kendisinden öne sürdüğü iddiayı ispat etmesini, edemiyorsa özür dilemesini bekliyorum.”
Bu epeyce ilginç bir durum… Çünkü T24 kurulurken site için finansman arayışı içinde olan ve bunu gerçekleştirdiklerini anlatan insanlar vardı. Öyle tek seferlik bir laf olarak da geçmedi. Ama meğerse böyle bir şey yokmuş, T24 hiçbir yerden resmi ya da gayrı resmi tek kuruş almamış… Herhalde medya dünyasını sevindirecek bir haber olarak telakki edebiliriz bunu. Öte yandan özür dilemeyi gerektiren durum da kendiliğinden ortadan kalkmış oluyor. Çünkü bırakalım finansörün niteliğini, ortada finansör bile yokmuş! Ama yine de kimin hangi hassasiyete sahip olabileceğini öngörme hakkını kendimizde bulmayalım… En iyisi ben o cümlemi geri alayım ve sizi sektörle baş başa bırakayım.
Adınız Soyadınız
E-Posta
Girilecek rakam : 258283
Lütfen yukarıdaki rakamları yazınız.