Türkiye’de İslamcı hükümet olduğu söylenemez. İktidar partisi kendini “muhafazakar demokrat” olarak tanımlıyor. “Muhafazakar demokrasi” çok muğlak bir tanım. Hiçbir demokrasi dinin bütününü sahiplenemez. Nitekim bugünkü muhafazakar demokrat hükümet de bayrak, ezan, cami, toprak, vatan gibi sembolleri kullanıyor. Türkiye bütün kavram ve kurumlarıyla kapitalist/seküler/neoliberal bir dünya görüşü ve hayat tarzı tarafından yönetiliyor. Dindarlar için “devletin doğruları” önce geliyor Türkiye’de bırakınız “İslamcı hükümet”i, din yalnızca bir hobiden, folklordan, bir sosyal yardım kurumundan ibarettir. İslam’ın kamusal alanda ekonomik/politik/hukuksal/ alanda temsil eden tek bir ilkesi bile yoktur. Halihazırdaki korkunç manzaranın temelinde etnik ulus devlet sorunu/saplantıları/takıntıları var. Etnik ulus devlet büyük aidiyet yoksunluğu ile mâlul bir modeldir. Geleneğin belirleyici olduğu toplumlarda, devlet dinden daha kutsal sayılır. Bu nedenledir ki, Türkiye’de de dindar çevreler için resmi doğrular, devletin doğruları her zaman önceliklidir. Araf’ta kalan kitleler İslam dünyası toplumlarının, hiçbir zaman yüzleşmeyi düşünmedikleri yapısal/kronik sorunları var. Bu toplumlar, her konuda, her alanda arafta yaşayan; nihai tercihte bulunma yeteneğine sahip olamayan; arada kalan, mütereddit toplumlardır. Dolayısıyla bu toplumlar ne gerektiği gibi Batılı olabilir, ne de gerektiği gibi Doğulu kalabilir. Politik ve dini popülizmin uyuşturucu etkisi Gelenekçi/görenekçi/muhafazakar toplumlar, “özgün ve bağımsız üretme” yetenekleri sınırsız toplumlardır. Bu ülkeler, bugün de tamamlanmamış bağımsızlıklara sahiptirler. Dolayısıyla, bu ülkeler üzerinde her zaman çok sayıda karmaşık etken belirleyici olur. Hem Türkiye’de, hem de diğer İslam toplumlarında politik popülizm ve dini popülizm, kitleler üzerinde çok yönlü bir uyuşturucu etkisi bırakıyor. Patolojik iyimserliğin çöküşü Bir tarih felsefesi perspektifine sahip olamadığımız için, ne modernite ile ne de gelenekle hesaplaşabiliyoruz. Politik popülizm de, dini popülizm de geçmişe doğru düşünmemizi geçmişe bakmamızı istiyor. Bugünü etkileyebilecek, dönüştürebilecek bir vizyonu olmayan her iki popülizm de, geçmişte yaşanan fetihlere göndermede bulunuyor. Bugüne söyleyecek bir söz bulamıyor. Popülizmler, büyük kalabalıkların ilgisini cezp edebilecek nicelikler üzerine yoğunlaşıyor. Hiç kimse nitelikler üzerinde çalışma ihtiyacı duymuyor. Hiçbir popülizm, hiçbir romantizm, hiçbir patolojik iyimserlik, politik gerçeklikler karşısında tutunamaz. Aşırılık, zıtlaşma ve dışlama Temel-yapısal sorunlar üzerinde çalışmadığımız için, hepimiz parçalar halinde spekülasyon yapıyoruz. Her kesimin kendisine özgü bir gündemi var. İdeolojik, bilimci-rasyonalist veya dinci-mezhepçi fanatizm/bağnazlık her zaman kişisel arkaizmler oluşturuyor. Tartışmaları bu arkaizmler zemininde sürdürüyoruz. Bu nedenle de hiçbir sonuç çıkmıyor, çıkmayacak. Aşırı konumları seçtiğimizde zıtlaşmalar ve dışlanmalar başlıyor. Kesin inançlar, anlaşmayı imkansız kılıyor Tek yanlı yorumlamalar sebebiyle, farklı kesimler arasındaki mesafeler daha çok açılıyor. Her birimizin, ideolojik, etnik, mezhepçi kesinliklerin, partizanlığa dayalı kesinliklerin, birbirimizi anlamamıza ve kavramamıza imkan vermeyeceğini görmesi gerekir. Kutuplaşma, katılaştırıyor İkili karşıtlıklar temelinde oluşturulan her dil/söylem yıkıcı sonuçlar doğurur. İkili karşıtlıklar her zaman çok katı, taşlaşmış ilkeler üzerinde sürdürülür. Hangi alanda olursa olsun kutuplaşmalar; düşünce/fikir/görüş alışverişi yapabileceğimiz ilişkiler, etkinliklerle aşılabilir. Bencillik, yozlaştırır İslam toplumlarında İslam’a nisbet edilen mistik/batıni/zahirî/politik/etnik/mezhepçi/ulus devletçi/cemaatçi-hizipçi yorumlar; ilmî-felsefi-ahlaki temellerinden yoksun, keyfi yorumlar sorumsuzca pazarlanıyor. Hemen her kesim, kendi gündemiyle, tarzıyla, çıkarıyla büyülendiği için İslam’ı araçsallaştırabiliyor. İslam’ı ideolojikleştirmek ne kadar yanlışsa, maneviyat biçimine indirgemek bir o kadar yanlıştır. Çıkarcılık ve bencillikler her şeyi yozlaştırır. Çıkar peşinde olanlar sık sık konum/tarz değiştir, nitelikli bir duyarlılık, dil ve birikime ihtiyaç duymazlar. Diyanet, kendi konumunu tartışmaya açmalı Seküler bilginin iktidarı tarafından araçsallaştırılan bir ülkede, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, kendi konumunu kendisinin tartışmaya açması gerekir. Ayrıntılarla ilgili tartışmaları bir yana bırakarak, İslami varoluşun, İslami bilginin özgürleşmesiyle ilgili olarak ontolojik bir meşruiyet mücadelesi vermesi gerekir. Eleştirisiz medeniyet olmaz İslam toplumları her şeyden önce kapitalist/seküler/neoliberal referans sistemlerini sorgulayarak/aşarak, kendi ontolojik meşruiyetlerini kazanmak zorundadır. Sık sık bir medeniyet tasavvurundan söz edenlerin, her şeyden önce İslami bilgiyi tanımlamaları, özgürleştirmeleri, İslami bilgi temelinde bir dünya görüşü ve hayat tarzı sistemini nasıl örgütleyebileceklerini açıklamaları gerekir. Bir yanda romantik,/pastoral bir toplum ve dünya tasavvurunu konuşurken, diğer tarafta çıkar ilişkilerinde ibaret hayatlar yaşıyoruz. Ne şarkiyatçı bağnazlıkları aşabiliyoruz, ne de garbiyatçı bağnazlıkları aşabiliyoruz. Çok muğlak söylemler havada uçuşuyor. Modern ve geleneksel süreçler üzerinde nesnel tutarlı-eleştirel çözümlemeler yapmaya cesaret edemeyen bir kültürün, medeniyet tasavvurundan söz etmesi anlaşılabilir bir şey değildir. Özgünlük ve üretkenlik Gerçekliklerini tecrübe etmediğimiz, sınanmadığımız, somutlaştıramadığımız İslami düşüncelerimizle/fikirlerimizle/tahayyüllerimizle nasıl bir medeniyet kurabiliriz? Zihinsel anlamda, entelektüel ve kültürel anlamda, özgün bir üretkenlik sahibi olmaksızın hiçbir mücadele yönetilemez. Her tür taklit ve öykünme kişiliksizleştirir, düşüncesizleştir, kötürümleştirir. Yeni bir medeniyet tasavvurundan söz edenlerin, özellikle tarihin son beş yüz yılını içine alan Batı’ya ve Doğu’ya yönelik olarak, kendisini hiçbir önyargıya hapsetmeksizin, karşıtlığa hapsetmeksizin entelektüel hesaplaşmalar yapması gerekir. Etnik, ideolojik, mezhepçi, hizipçi, partizan bencilliklere kapanan, bu bencillikleri savunan, bu bencilliklere meşruiyet kazandırmaya çalışan bir toplumun medeniyet kurmaktan söz etmesi kadar saçma bir şey olamaz. Müslümanların akla vedası Müslümanların tarihsel trajedileri içtihada ve akla veda ettikleri dönemle birlikte başladı. Bu aklın/düşüncenin/tarihin/hayatın/hareketin/üretkenliğin durdsurulması/ dondurulması demekti. Hicretin dördüncü asrı sonunda, dönemin uleması bütün soruları yanıtlandığına, bundan böyle yeni çözümlemeler (içtihadlar) yapılmayacağına karar verdi. Aklın, düşüncenin, felsefenin, araştırmanın dondurulmasıyla birlikte gelenek, statüko, din haline geldi, resmi yorum mutlaklaştırıldı, dokunulmaz kılındı. Her tür yenilenme ihtiyacı sapkınlık olarak değerlendirildi. Böylece İslam toplumlarında tarih/düşünce/kültür büyük ölçüde kesintiye uğradı. Yanlış bilinç hayata hakim oldu. Bencil, narsist, putperest tutum aşılmalı Aklın, düşüncenin, tarihin, üretkenliğin, düşünsel merak ve hayret duygusunun dondurulmasıyla birlikte, Müslümanlar, kendi coğrafyaları dışında yaşanan yeni gelişmeleri, yeni düşünceleri öğrenme ihtiyacı duymadılar. Bu defa tarihe, üreten kültürler ve toplumlar girdi. Ulus devlet süreçleriyle birlikte Türk tipi İslam gibi, Arap tarzı İslam, Fars tarzı İslam, mistik İslam, politik İslam gibi muğlak tanımlar hayatımıza girdi. İslam, bütün bir insanlığa hitap eden dilin, duyarlılığın, ahlakın, değer ve anlam sisteminin adıdır. Bu bütünlüğün parçalanmasıyla birlikte her şey parçalanmıştır. Bütünlüğü, bütünlük bilincini tahrip eden her tür bencilliğin, hepimizin bencilliklerinin, hepimizin narsizmlerimizin, hepimizin putperestliklerinin aşılması gerekir. “Kaçın bu mollalardan, Allah’a sığının!” Kur’anı Kerim bütün insanları/Müslümanları manevi aracılara (şeyhler, üstatlar, reisler…) karşı açıkça uyarır. İnsana kendi emeğinin karşılığının eksiksiz verileceğini açıklar. Manevi aracılar, İslam’ı vulgarizasyona ve mistifikasyona tâbi tutarak İslami bünyenin içerisinde kendilerine yer buldular. İslam’ı da, Müslümanları da sınırsız ve ölçüsüz bir biçimde sömürdüler. Çok acı, ama gerçek. Büyük filozof-şair Muhammed İkbal “Kaçın bu Müslümanlardan, sığının İslam’a” olarak söz ediyor. Esefle belirtmek gerekir ki, bugün dini hayat, Allah’ı ve Peygamberi bile dehşete düşürebilecek ölçüde İslam’ın ruhuna yabancılaşmış manevi aracılar tarafından ele geçirilmiştir. Otoriteyi kutsayan, eleştiriyi reddeden konformist gelenek İktidar eleştirisinin “İslam düşmanlığı” olarak algılanmasının pek çok nedeni var. Önce, her tür otoriteyi meşrulaştıran, dokunulmaz kılan konformist bir geleneğimiz var. Bu konformist gelenek otoriteyi bir şekilde kutsallaştırmanın yollarını buluyor. Yine bu geleneğin eleştiriye hayat hakkı tanımayan, bir tür zihinsel kötürümlüğü savunan bir yanı var. Bütün bunlar yüksek bir İslami farkındalığa sahip olamamaktan; köylülük ve taşralılıkta, partizanlıktan kaynaklanıyor. Entelektüeller yok, propagandacılar yok Eleştiri olmadığı için, geçmişi tekrar ediyoruz, yanlış bilinci tekrar ediyoruz. Yenilenme, yeniden inşa imkanına sahip olamıyoruz. Konformizmin, statükoculuğun belirleyici olduğu toplumlarda, kültürlerde düşünürlerin, entelektüellerin, aktivistlerin yerini propagandacılar alıyor. Düşünürlerimiz, entelektüellerimiz olsaydı, bilinçli tercihler yapıyor olacaktık, Propagandacılarımız olduğu için, duygusal tercihler yapıyoruz. Tarihe geç kalıyoruz İslami kesimler, Müslümanların geçmişte neler yaptıklarını anlatıyor, bugün ne yapılması gerektiğine ilişkin hiçbir şey üretmiyor. Bugün, itiraf etmemiz gerekir ki, bilgi üretemiyoruz, bilinç üretemiyoruz, kültür içerik üretmiyoruz, edebiyat-sanat-felsefe, bilgelik üretmiyoruz, bunun için de modern tarihe maruz kalıyoruz, tarihe geç kalıyoruz, tarihi etkileyecek tek bir cümle bile kuramıyoruz. Dünyaya, insanlığa, tarihe anlamlı bir katkıda bulunup bulunamayacağımız konusunda ciddi düşüncelerimiz yok, ciddi kadrolarımız yok. Düşünce hayatımız; modern-seküler-liberal meydan okumalara karşı, duygusal tepkiler dışında, bütüncül, sistematik, tutarlı entelektüel tepkiler verememiştir. Batı’nın terörü konuşulmuyor Kolonyal düşünce sömürgeleştirmek istediği halkların öncelikle bilincini sömürgeleştirir. Eleştiri/sorgulama/hesaplama/isyan üretmesine engel olur. Sömürgeleştirdiği halkların tarihi üretmelerine geçit vermez, onların tarihlerini onlar adına, onlara sormadan yazar. Sömürgeci, tarihin felsefesini yapma hakkını da kendinde görür. Sömürülen halklar, bugün bizim yaptığımız gibi tarihin sadece kayıtlarını tutarlar. O kayıtlardan da sömürgecilerin katliamları, işgalleri, istilaları silinir. Bugün, İsrail sömürgeciliğinin gerçekleştirdiği, tarihte benzeri görülmeyen kötülükler konuşulmuyor. Amerikan emperyalizminin Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da, Suriye’de işlediği, işlemeye devam ettiği kötülükler, işkenceler, etnik soykırım, kültürel soykırım konuşulmuyor. Gündemde yalnızca İslami terörizm var. Modern Avrupa kültürü evrensel değil Bugünün modern-seküler düşüncesi, Judeo-Hıristiyan köklere dayalıdır. Bütün referans kaynakları Hıristiyan düşüncesinden alınmıştır. Seküler düşünce çok spesifik Batılı Hıristiyan kültürlerde uygulanabilir. Bu nedenlerle sadece seküler düşünce değil, Aydınlanma fikirlerinin de Batı dışı dünyaya, özellikle de İslam dünyasına ihracı Patolojik sonuçlara yol açıyor. Avrupa değerlerinin bütün toplumlara dayatılması gerektiğini savunmakla, emperyalizmi savunmak arasında hiçbir fark yoktur. Evrenselci modern söylem, soyut bir retorikten ibarettir. Evrensel değerlerle, söylem arasında büyük uçurumlar olduğunu kimse inkar edemez. Avrupalı değilsen, yaratıksın Avrupa, bir yanda, özgül bir kültürel kimliğe, kendi içerisinde türdeş bir değerler topluluğuna sahip olduğunu iddia ederken, diğer tarafta, bu kimliği/değerleri evrensel bir kimlik olarak dayatıyor. Bu da Avrupalı olmayan kültürlerin insanlık dışın etiketlenmesi sonucunu doğuruyor. Size, Aydınlanma filozofları nezdinde Beyaz Avrupa dışında bir gerçeklik olmadığını, Avrupa dışında yaşayanların insan olmaktan çok bir tür yaratık, barbar, vahşi telakki edildiklerini hatırlatmak isterim. Bu filozoflara göre insan olmak için Avrupalı olmak gerekir Taklit ederek özgür olunamaz Avrupa Aydınlanmasını, Avrupa-merkezci bütün unsurlarıyla İslam toplumları gerçekliğine uygulamanın anlaşılabilir bir yanı yoktur. Bu, Avrupa uygarlığına ait her ne varsa bağnazca reddetmek anlamına gelmez. Müslümanlar bütün kültürlerle, bütün uygarlıklarla alışveriş yapabilirler. Ancak, bütünüyle yabancı modelleri, üslupları taklit etmek suretiyle, hiçbir şekilde bağımsız olunamaz, özne olunamaz, özgür olunamaz. Güç yoluyla dayatılan hiçbir şey… İdeolojiler, ırkçılıklar vb. hiçbir şekilde ikna edici olamaz, kalıcı olamaz. Dünyanın, hayatın, tarihin maddi açıklamalarıyla, çözümlemeleriyle iktifa edemeyiz. Ahlaka ihtiyaç duymayan sistem Kapitalist dünya görüşünün ve hayat tarzının belirleyici olduğu bir toplumda, insani varoluş bir eşya gibi araçsallaştırılırken, insan haysiyeti yok sayılabilirken, ekonomik küreselleşme büyük eşitsizliklere, adaletsizliklere neden olurken, politik ahlak yerini bütünüyle realpolitiğe terk ederken, bütün insani/ahlaki emperyalist yayılma politikaları tarafından araçsallaştırılırken, kapitalist hayat tarzı bütün özgür kültür ve kimlikleri hunharca tahrip ederken, kuşkusuz ahlakı yalnızca bir boyuta, bir bağlama indirgeyemeyiz. Bugün içerisinde bulunduğumuz ve hayatın her alanında bütünleştiğimiz ekonomik düzenin ahlaki bir boyutu yoktur, bu düzenin ahlaka ihtiyacı yoktur. Mezhep hapishanesinden dünyaya seslenemezsin Kendilerini zihinsel anlamda, ahlaki anlamda ulus-devlet, milliyet ve mezhep hapishanelerine kapatan topluluklardan kuşkusuz tüm insanlığa hitap edebilecek bir misyon, program ve vizyon beklenemez. Bu, İslam’ın değil, Müslümanların çöküşüne işaret eder. Demokrasi, küresel adaletsizliğe müdahale edemiyor “İnsan hakları” ve “demokrasi” söylemi Müslüman halklara ne kazandırdı? Demokrasi bugünün dünyasında daha çok serbest piyasanın belirleyiciliğiyle, bireysel hayat tarzının sorumsuzlukları olarak somutlaşıyor. Demokrasi sayılarla ilgileniyor, niteliklerle değil. Bu nedenle demokrasi iyileri seçtiği gibi kötüleri de seçiyor, zalimleri, hırsızları, katilleri, işkencecileri de seçiyor. Demokrasi son tahlilde, niceliğin zaferi demek. Çok derin adaletsizlikler, eşitsizlikler, büyük insanlık sorunları, büyük muhaceret hareketleri karşısında demokrasilerin neler yaptığını söyleyebilir misiniz? Protestanlaşma meselesi Dinin kişisel alana kapatılması, kamusal alandan dışlanması, bireysel vicdan sorunu olarak görülmesi Protestanlıkla ilgilidir. Bu yaklaşımlar, hiçbir ideali olmayan, sorumluluk almayan, bireysel hazları, burjuva alışkanlıklarını sıradanlaştıran, ancak bir hesap makinesi kadar faydalı olabilen, insani erdemlere, fedakarlığa yabancı bireyler yetiştiriyor. Dini hayat da şovun bir parçası yapıldı Müslümanlar olarak modern mitolojik figürlere dayalı popüler bir kültürle, mitsel figürlerle hesaplaşmamak gibi bir sorunumuz da var. Dini hayat ve ilgiler de gösterinin bir parçası haline geliyor. Gerçekliğin dedikodusunu yapıyoruz anca Taklit ve kopyaya dayalı bir geleneğin, yeni başlangıçlar yapması, büyük/özgün/bağımsız süreçler, yapılar üretmesi beklenemez. Bugünün gerçekliğini Batılılar oluşturuyor. Batılı olmayanlar bu gerçekliğin nesnesi haline getirildikleri için, bu gerçekliğin ancak dedikodusu yapılabiliyor. Biz, kendi bağımsız gerçekliğimiz üretinceye kadar durum böyle devam edecek.
Türkiye’de İslamcı hükümet olduğu söylenemez. İktidar partisi kendini “muhafazakar demokrat” olarak tanımlıyor. “Muhafazakar demokrasi” çok muğlak bir tanım. Hiçbir demokrasi dinin bütününü sahiplenemez. Nitekim bugünkü muhafazakar demokrat hükümet de bayrak, ezan, cami, toprak, vatan gibi sembolleri kullanıyor. Türkiye bütün kavram ve kurumlarıyla kapitalist/seküler/neoliberal bir dünya görüşü ve hayat tarzı tarafından yönetiliyor.
Dindarlar için “devletin doğruları” önce geliyor
Türkiye’de bırakınız “İslamcı hükümet”i, din yalnızca bir hobiden, folklordan, bir sosyal yardım kurumundan ibarettir. İslam’ın kamusal alanda ekonomik/politik/hukuksal/ alanda temsil eden tek bir ilkesi bile yoktur.
Halihazırdaki korkunç manzaranın temelinde etnik ulus devlet sorunu/saplantıları/takıntıları var. Etnik ulus devlet büyük aidiyet yoksunluğu ile mâlul bir modeldir. Geleneğin belirleyici olduğu toplumlarda, devlet dinden daha kutsal sayılır. Bu nedenledir ki, Türkiye’de de dindar çevreler için resmi doğrular, devletin doğruları her zaman önceliklidir.
Araf’ta kalan kitleler
İslam dünyası toplumlarının, hiçbir zaman yüzleşmeyi düşünmedikleri yapısal/kronik sorunları var. Bu toplumlar, her konuda, her alanda arafta yaşayan; nihai tercihte bulunma yeteneğine sahip olamayan; arada kalan, mütereddit toplumlardır. Dolayısıyla bu toplumlar ne gerektiği gibi Batılı olabilir, ne de gerektiği gibi Doğulu kalabilir.
Politik ve dini popülizmin uyuşturucu etkisi
Gelenekçi/görenekçi/muhafazakar toplumlar, “özgün ve bağımsız üretme” yetenekleri sınırsız toplumlardır. Bu ülkeler, bugün de tamamlanmamış bağımsızlıklara sahiptirler. Dolayısıyla, bu ülkeler üzerinde her zaman çok sayıda karmaşık etken belirleyici olur. Hem Türkiye’de, hem de diğer İslam toplumlarında politik popülizm ve dini popülizm, kitleler üzerinde çok yönlü bir uyuşturucu etkisi bırakıyor.
Patolojik iyimserliğin çöküşü
Bir tarih felsefesi perspektifine sahip olamadığımız için, ne modernite ile ne de gelenekle hesaplaşabiliyoruz. Politik popülizm de, dini popülizm de geçmişe doğru düşünmemizi geçmişe bakmamızı istiyor. Bugünü etkileyebilecek, dönüştürebilecek bir vizyonu olmayan her iki popülizm de, geçmişte yaşanan fetihlere göndermede bulunuyor. Bugüne söyleyecek bir söz bulamıyor. Popülizmler, büyük kalabalıkların ilgisini cezp edebilecek nicelikler üzerine yoğunlaşıyor. Hiç kimse nitelikler üzerinde çalışma ihtiyacı duymuyor. Hiçbir popülizm, hiçbir romantizm, hiçbir patolojik iyimserlik, politik gerçeklikler karşısında tutunamaz.
Aşırılık, zıtlaşma ve dışlama
Temel-yapısal sorunlar üzerinde çalışmadığımız için, hepimiz parçalar halinde spekülasyon yapıyoruz. Her kesimin kendisine özgü bir gündemi var. İdeolojik, bilimci-rasyonalist veya dinci-mezhepçi fanatizm/bağnazlık her zaman kişisel arkaizmler oluşturuyor. Tartışmaları bu arkaizmler zemininde sürdürüyoruz. Bu nedenle de hiçbir sonuç çıkmıyor, çıkmayacak. Aşırı konumları seçtiğimizde zıtlaşmalar ve dışlanmalar başlıyor.
Kesin inançlar, anlaşmayı imkansız kılıyor
Tek yanlı yorumlamalar sebebiyle, farklı kesimler arasındaki mesafeler daha çok açılıyor. Her birimizin, ideolojik, etnik, mezhepçi kesinliklerin, partizanlığa dayalı kesinliklerin, birbirimizi anlamamıza ve kavramamıza imkan vermeyeceğini görmesi gerekir.
Kutuplaşma, katılaştırıyor
İkili karşıtlıklar temelinde oluşturulan her dil/söylem yıkıcı sonuçlar doğurur. İkili karşıtlıklar her zaman çok katı, taşlaşmış ilkeler üzerinde sürdürülür. Hangi alanda olursa olsun kutuplaşmalar; düşünce/fikir/görüş alışverişi yapabileceğimiz ilişkiler, etkinliklerle aşılabilir.
Bencillik, yozlaştırır
İslam toplumlarında İslam’a nisbet edilen mistik/batıni/zahirî/politik/etnik/mezhepçi/ulus devletçi/cemaatçi-hizipçi yorumlar; ilmî-felsefi-ahlaki temellerinden yoksun, keyfi yorumlar sorumsuzca pazarlanıyor. Hemen her kesim, kendi gündemiyle, tarzıyla, çıkarıyla büyülendiği için İslam’ı araçsallaştırabiliyor. İslam’ı ideolojikleştirmek ne kadar yanlışsa, maneviyat biçimine indirgemek bir o kadar yanlıştır. Çıkarcılık ve bencillikler her şeyi yozlaştırır. Çıkar peşinde olanlar sık sık konum/tarz değiştir, nitelikli bir duyarlılık, dil ve birikime ihtiyaç duymazlar.
Diyanet, kendi konumunu tartışmaya açmalı
Seküler bilginin iktidarı tarafından araçsallaştırılan bir ülkede, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, kendi konumunu kendisinin tartışmaya açması gerekir. Ayrıntılarla ilgili tartışmaları bir yana bırakarak, İslami varoluşun, İslami bilginin özgürleşmesiyle ilgili olarak ontolojik bir meşruiyet mücadelesi vermesi gerekir.
Eleştirisiz medeniyet olmaz
İslam toplumları her şeyden önce kapitalist/seküler/neoliberal referans sistemlerini sorgulayarak/aşarak, kendi ontolojik meşruiyetlerini kazanmak zorundadır. Sık sık bir medeniyet tasavvurundan söz edenlerin, her şeyden önce İslami bilgiyi tanımlamaları, özgürleştirmeleri, İslami bilgi temelinde bir dünya görüşü ve hayat tarzı sistemini nasıl örgütleyebileceklerini açıklamaları gerekir.
Bir yanda romantik,/pastoral bir toplum ve dünya tasavvurunu konuşurken, diğer tarafta çıkar ilişkilerinde ibaret hayatlar yaşıyoruz. Ne şarkiyatçı bağnazlıkları aşabiliyoruz, ne de garbiyatçı bağnazlıkları aşabiliyoruz. Çok muğlak söylemler havada uçuşuyor. Modern ve geleneksel süreçler üzerinde nesnel tutarlı-eleştirel çözümlemeler yapmaya cesaret edemeyen bir kültürün, medeniyet tasavvurundan söz etmesi anlaşılabilir bir şey değildir.
Özgünlük ve üretkenlik
Gerçekliklerini tecrübe etmediğimiz, sınanmadığımız, somutlaştıramadığımız İslami düşüncelerimizle/fikirlerimizle/tahayyüllerimizle nasıl bir medeniyet kurabiliriz? Zihinsel anlamda, entelektüel ve kültürel anlamda, özgün bir üretkenlik sahibi olmaksızın hiçbir mücadele yönetilemez. Her tür taklit ve öykünme kişiliksizleştirir, düşüncesizleştir, kötürümleştirir. Yeni bir medeniyet tasavvurundan söz edenlerin, özellikle tarihin son beş yüz yılını içine alan Batı’ya ve Doğu’ya yönelik olarak, kendisini hiçbir önyargıya hapsetmeksizin, karşıtlığa hapsetmeksizin entelektüel hesaplaşmalar yapması gerekir.
Etnik, ideolojik, mezhepçi, hizipçi, partizan bencilliklere kapanan, bu bencillikleri savunan, bu bencilliklere meşruiyet kazandırmaya çalışan bir toplumun medeniyet kurmaktan söz etmesi kadar saçma bir şey olamaz.
Müslümanların akla vedası
Müslümanların tarihsel trajedileri içtihada ve akla veda ettikleri dönemle birlikte başladı. Bu aklın/düşüncenin/tarihin/hayatın/hareketin/üretkenliğin durdsurulması/ dondurulması demekti. Hicretin dördüncü asrı sonunda, dönemin uleması bütün soruları yanıtlandığına, bundan böyle yeni çözümlemeler (içtihadlar) yapılmayacağına karar verdi. Aklın, düşüncenin, felsefenin, araştırmanın dondurulmasıyla birlikte gelenek, statüko, din haline geldi, resmi yorum mutlaklaştırıldı, dokunulmaz kılındı. Her tür yenilenme ihtiyacı sapkınlık olarak değerlendirildi. Böylece İslam toplumlarında tarih/düşünce/kültür büyük ölçüde kesintiye uğradı. Yanlış bilinç hayata hakim oldu.
Bencil, narsist, putperest tutum aşılmalı
Aklın, düşüncenin, tarihin, üretkenliğin, düşünsel merak ve hayret duygusunun dondurulmasıyla birlikte, Müslümanlar, kendi coğrafyaları dışında yaşanan yeni gelişmeleri, yeni düşünceleri öğrenme ihtiyacı duymadılar. Bu defa tarihe, üreten kültürler ve toplumlar girdi. Ulus devlet süreçleriyle birlikte Türk tipi İslam gibi, Arap tarzı İslam, Fars tarzı İslam, mistik İslam, politik İslam gibi muğlak tanımlar hayatımıza girdi. İslam, bütün bir insanlığa hitap eden dilin, duyarlılığın, ahlakın, değer ve anlam sisteminin adıdır. Bu bütünlüğün parçalanmasıyla birlikte her şey parçalanmıştır. Bütünlüğü, bütünlük bilincini tahrip eden her tür bencilliğin, hepimizin bencilliklerinin, hepimizin narsizmlerimizin, hepimizin putperestliklerinin aşılması gerekir.
“Kaçın bu mollalardan, Allah’a sığının!”
Kur’anı Kerim bütün insanları/Müslümanları manevi aracılara (şeyhler, üstatlar, reisler…) karşı açıkça uyarır. İnsana kendi emeğinin karşılığının eksiksiz verileceğini açıklar. Manevi aracılar, İslam’ı vulgarizasyona ve mistifikasyona tâbi tutarak İslami bünyenin içerisinde kendilerine yer buldular. İslam’ı da, Müslümanları da sınırsız ve ölçüsüz bir biçimde sömürdüler. Çok acı, ama gerçek.
Büyük filozof-şair Muhammed İkbal “Kaçın bu Müslümanlardan, sığının İslam’a” olarak söz ediyor. Esefle belirtmek gerekir ki, bugün dini hayat, Allah’ı ve Peygamberi bile dehşete düşürebilecek ölçüde İslam’ın ruhuna yabancılaşmış manevi aracılar tarafından ele geçirilmiştir.
Otoriteyi kutsayan, eleştiriyi reddeden konformist gelenek
İktidar eleştirisinin “İslam düşmanlığı” olarak algılanmasının pek çok nedeni var. Önce, her tür otoriteyi meşrulaştıran, dokunulmaz kılan konformist bir geleneğimiz var. Bu konformist gelenek otoriteyi bir şekilde kutsallaştırmanın yollarını buluyor. Yine bu geleneğin eleştiriye hayat hakkı tanımayan, bir tür zihinsel kötürümlüğü savunan bir yanı var. Bütün bunlar yüksek bir İslami farkındalığa sahip olamamaktan; köylülük ve taşralılıkta, partizanlıktan kaynaklanıyor.
Entelektüeller yok, propagandacılar yok
Eleştiri olmadığı için, geçmişi tekrar ediyoruz, yanlış bilinci tekrar ediyoruz. Yenilenme, yeniden inşa imkanına sahip olamıyoruz. Konformizmin, statükoculuğun belirleyici olduğu toplumlarda, kültürlerde düşünürlerin, entelektüellerin, aktivistlerin yerini propagandacılar alıyor. Düşünürlerimiz, entelektüellerimiz olsaydı, bilinçli tercihler yapıyor olacaktık, Propagandacılarımız olduğu için, duygusal tercihler yapıyoruz.
Tarihe geç kalıyoruz
İslami kesimler, Müslümanların geçmişte neler yaptıklarını anlatıyor, bugün ne yapılması gerektiğine ilişkin hiçbir şey üretmiyor. Bugün, itiraf etmemiz gerekir ki, bilgi üretemiyoruz, bilinç üretemiyoruz, kültür içerik üretmiyoruz, edebiyat-sanat-felsefe, bilgelik üretmiyoruz, bunun için de modern tarihe maruz kalıyoruz, tarihe geç kalıyoruz, tarihi etkileyecek tek bir cümle bile kuramıyoruz. Dünyaya, insanlığa, tarihe anlamlı bir katkıda bulunup bulunamayacağımız konusunda ciddi düşüncelerimiz yok, ciddi kadrolarımız yok.
Düşünce hayatımız; modern-seküler-liberal meydan okumalara karşı, duygusal tepkiler dışında, bütüncül, sistematik, tutarlı entelektüel tepkiler verememiştir.
Batı’nın terörü konuşulmuyor
Kolonyal düşünce sömürgeleştirmek istediği halkların öncelikle bilincini sömürgeleştirir. Eleştiri/sorgulama/hesaplama/isyan üretmesine engel olur. Sömürgeleştirdiği halkların tarihi üretmelerine geçit vermez, onların tarihlerini onlar adına, onlara sormadan yazar. Sömürgeci, tarihin felsefesini yapma hakkını da kendinde görür. Sömürülen halklar, bugün bizim yaptığımız gibi tarihin sadece kayıtlarını tutarlar. O kayıtlardan da sömürgecilerin katliamları, işgalleri, istilaları silinir.
Bugün, İsrail sömürgeciliğinin gerçekleştirdiği, tarihte benzeri görülmeyen kötülükler konuşulmuyor. Amerikan emperyalizminin Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da, Suriye’de işlediği, işlemeye devam ettiği kötülükler, işkenceler, etnik soykırım, kültürel soykırım konuşulmuyor. Gündemde yalnızca İslami terörizm var.
Modern Avrupa kültürü evrensel değil
Bugünün modern-seküler düşüncesi, Judeo-Hıristiyan köklere dayalıdır. Bütün referans kaynakları Hıristiyan düşüncesinden alınmıştır. Seküler düşünce çok spesifik Batılı Hıristiyan kültürlerde uygulanabilir. Bu nedenlerle sadece seküler düşünce değil, Aydınlanma fikirlerinin de Batı dışı dünyaya, özellikle de İslam dünyasına ihracı Patolojik sonuçlara yol açıyor.
Avrupa değerlerinin bütün toplumlara dayatılması gerektiğini savunmakla, emperyalizmi savunmak arasında hiçbir fark yoktur. Evrenselci modern söylem, soyut bir retorikten ibarettir. Evrensel değerlerle, söylem arasında büyük uçurumlar olduğunu kimse inkar edemez.
Avrupalı değilsen, yaratıksın
Avrupa, bir yanda, özgül bir kültürel kimliğe, kendi içerisinde türdeş bir değerler topluluğuna sahip olduğunu iddia ederken, diğer tarafta, bu kimliği/değerleri evrensel bir kimlik olarak dayatıyor. Bu da Avrupalı olmayan kültürlerin insanlık dışın etiketlenmesi sonucunu doğuruyor.
Size, Aydınlanma filozofları nezdinde Beyaz Avrupa dışında bir gerçeklik olmadığını, Avrupa dışında yaşayanların insan olmaktan çok bir tür yaratık, barbar, vahşi telakki edildiklerini hatırlatmak isterim. Bu filozoflara göre insan olmak için Avrupalı olmak gerekir
Taklit ederek özgür olunamaz
Avrupa Aydınlanmasını, Avrupa-merkezci bütün unsurlarıyla İslam toplumları gerçekliğine uygulamanın anlaşılabilir bir yanı yoktur. Bu, Avrupa uygarlığına ait her ne varsa bağnazca reddetmek anlamına gelmez. Müslümanlar bütün kültürlerle, bütün uygarlıklarla alışveriş yapabilirler. Ancak, bütünüyle yabancı modelleri, üslupları taklit etmek suretiyle, hiçbir şekilde bağımsız olunamaz, özne olunamaz, özgür olunamaz.
Güç yoluyla dayatılan hiçbir şey… İdeolojiler, ırkçılıklar vb. hiçbir şekilde ikna edici olamaz, kalıcı olamaz. Dünyanın, hayatın, tarihin maddi açıklamalarıyla, çözümlemeleriyle iktifa edemeyiz.
Ahlaka ihtiyaç duymayan sistem
Kapitalist dünya görüşünün ve hayat tarzının belirleyici olduğu bir toplumda, insani varoluş bir eşya gibi araçsallaştırılırken, insan haysiyeti yok sayılabilirken, ekonomik küreselleşme büyük eşitsizliklere, adaletsizliklere neden olurken, politik ahlak yerini bütünüyle realpolitiğe terk ederken, bütün insani/ahlaki emperyalist yayılma politikaları tarafından araçsallaştırılırken, kapitalist hayat tarzı bütün özgür kültür ve kimlikleri hunharca tahrip ederken, kuşkusuz ahlakı yalnızca bir boyuta, bir bağlama indirgeyemeyiz.
Bugün içerisinde bulunduğumuz ve hayatın her alanında bütünleştiğimiz ekonomik düzenin ahlaki bir boyutu yoktur, bu düzenin ahlaka ihtiyacı yoktur.
Mezhep hapishanesinden dünyaya seslenemezsin
Kendilerini zihinsel anlamda, ahlaki anlamda ulus-devlet, milliyet ve mezhep hapishanelerine kapatan topluluklardan kuşkusuz tüm insanlığa hitap edebilecek bir misyon, program ve vizyon beklenemez. Bu, İslam’ın değil, Müslümanların çöküşüne işaret eder.
Demokrasi, küresel adaletsizliğe müdahale edemiyor
“İnsan hakları” ve “demokrasi” söylemi Müslüman halklara ne kazandırdı? Demokrasi bugünün dünyasında daha çok serbest piyasanın belirleyiciliğiyle, bireysel hayat tarzının sorumsuzlukları olarak somutlaşıyor. Demokrasi sayılarla ilgileniyor, niteliklerle değil. Bu nedenle demokrasi iyileri seçtiği gibi kötüleri de seçiyor, zalimleri, hırsızları, katilleri, işkencecileri de seçiyor. Demokrasi son tahlilde, niceliğin zaferi demek.
Çok derin adaletsizlikler, eşitsizlikler, büyük insanlık sorunları, büyük muhaceret hareketleri karşısında demokrasilerin neler yaptığını söyleyebilir misiniz?
Protestanlaşma meselesi
Dinin kişisel alana kapatılması, kamusal alandan dışlanması, bireysel vicdan sorunu olarak görülmesi Protestanlıkla ilgilidir. Bu yaklaşımlar, hiçbir ideali olmayan, sorumluluk almayan, bireysel hazları, burjuva alışkanlıklarını sıradanlaştıran, ancak bir hesap makinesi kadar faydalı olabilen, insani erdemlere, fedakarlığa yabancı bireyler yetiştiriyor.
Dini hayat da şovun bir parçası yapıldı
Müslümanlar olarak modern mitolojik figürlere dayalı popüler bir kültürle, mitsel figürlerle hesaplaşmamak gibi bir sorunumuz da var. Dini hayat ve ilgiler de gösterinin bir parçası haline geliyor.
Gerçekliğin dedikodusunu yapıyoruz anca
Taklit ve kopyaya dayalı bir geleneğin, yeni başlangıçlar yapması, büyük/özgün/bağımsız süreçler, yapılar üretmesi beklenemez.
Bugünün gerçekliğini Batılılar oluşturuyor. Batılı olmayanlar bu gerçekliğin nesnesi haline getirildikleri için, bu gerçekliğin ancak dedikodusu yapılabiliyor. Biz, kendi bağımsız gerçekliğimiz üretinceye kadar durum böyle devam edecek.
Dindarlar için “devletin doğruları” önce geliyor Türkiye’de bırakınız “İslamcı hükümet”i, din yalnızca bir hobiden, folklordan, bir sosyal yardım kurumundan ibarettir. İslam’ın kamusal alanda ekonomik/politik/hukuksal/ alanda temsil eden tek bir ilkesi bile yoktur. Halihazırdaki korkunç manzaranın temelinde etnik ulus devlet sorunu/saplantıları/takıntıları var. Etnik ulus devlet büyük aidiyet yoksunluğu ile mâlul bir modeldir. Geleneğin belirleyici olduğu toplumlarda, devlet dinden daha kutsal sayılır. Bu nedenledir ki, Türkiye’de de dindar çevreler için resmi doğrular, devletin doğruları her zaman önceliklidir. ŞİRK'İN DEVLET ELİYLE RESMİLEŞTİRİLMESİ ! https://www.youtube.com/watch?v=LtqXeLaRr0U&list=PLr342JFErS74PD1gdrTSqmdDze38nBN9_&index=4
İslam’ı ideolojikleştirmek ne kadar yanlışsa,SÖZÜ YANLIŞTIR. İslam: Bir Din ve İdeolojidir Peki Niye Şimdi Bu Soru? İslam’ın bir din mi yoksa ideoloji mi olması bakımından bu sorununun çözümü, Hollanda’da hükümetin oluşturulması için şu ana kadar süregelen müzakerelerin yapıldığı mevcut durumla ilgili bir meseledir. Hepimiz biliyoruz ki şu anda bu sorunun cevabı, İslam ve Müslümanlarla ilgili olarak yürütülecek olan gelecekteki politikayı belirleyecektir. Aslında bir din mi yoksa ideoloji mi olması bakımından İslam’la ilgili bu soru, akademik rengi olan bir meseledir. Bir kimse İslam’ı ister bir din isterse ideoloji olarak tarif etsin bu durum İslam’ın vakıasını değiştirmez. Politikacılar ise birer akademisyen olmadığına göre önemli olan bu soruna takılmamalarıdır. Bilakis önemli olan politika üretmeleridir. Politika üretmek ise akademik görüşten uzak durmak ve vakıaya olduğu gibi bakmak demektir. İslam’ın vakıası ise dünya hayatının öncesi ve sonrası ile olan alakası demektir. Bu da cennet ve cehennem demek olduğu gibi insanın yaratıcısına nasıl ibadet etmesi gerektiği de demektir. Binaenaleyh İslam, kabul edilebilir herhangi bir tarife göre kuşkusuz kendisine din mefhumunun intibak ettiği bir dindir. Ancak İslam, ibadet mefhumunu genelleştirir. Dolayısıyla insanın hayattaki tüm işlerini vahiy yoluyla öğrendiğimiz şeri hükümlere göre düzenlemesini zorunlu kılar. Zira İslam, sadece insanın ruhi yönünün düzenlenmesi demek değildir. Bilakis aynı zamanda insanın yeryüzündeki hayatının, yani muamelatların, evlilik işlerinin, toplumsal ilişkilerin ve benzerlerinin düzenlenmesi de demektir. İnsanın işlerinin belirli bir görüşe göre belirli kaidelere uygun olarak düzenlenmesi ise kendisine “İdeoloji” kelimesinin ıtlak edildiği şeydir. Binaenaleyh İslam, kabul edilebilir herhangi bir tarife göre kuşkusuz kendisine ideoloji mefhumunun intibak ettiği bir ideolojidir. Bundan dolayı İslam’ın bir din ve ideoloji olduğunu kabul etmek kaçınılmazdır. Bunun kabul edilmesi halinde bu ülkedeki politikacıların sorması gereken sorular şunlardır: Birincisi: En önemli olanı da budur: Mademki İslam, bu ülkede egemen olan laiklik görüşü ile çelişen bir görüş, yani akidevi-ideolojik bir alternatif ortaya koymaktadır o halde herkese düşen şu soruyu sormaktır: İnsanın sorunlarını çözmeye muktedir sahih görüş, İslam mı yoksa laiklik midir? İkincisi: Bu ülkedeki insanların geneli laikliğe inanmasına rağmen bu ülkede yaşayan ve laikliğe inanmayan büyük oranda Müslüman bir kesim vardır. Bu büyük orandaki insanlar, ülkenin sistemini değiştirmek için çalışmamasına rağmen kimliğini ve akidesini korumayı istemektedirler. O halde varit olan soru şudur: Sistem, bu iki hususun arasını nasıl uzlaştıracaktır? Yani kendi toplumu içerisindeki bu farklı gurubun varlığını nasıl kabullenecektir? Politikacıların üzerinde durması gereken sorular işte bunlardır. İslam’ın bir din mi yoksa ideoloji mi olduğu sorusuna gelince; politikacıların hikmetten ne kadar uzak olduğunu gösteren bir çarpıtmadır. Bizler İslam’ı ideolojiler kapsamında tasnif etmek isteyen politikacıların var olduğunu biliyoruz. Çünkü onlar, “inanç özgürlüğünün” faaliyetlerini sınırlandırdığının farkındalar. Zira onlar, “İslam sadece bir ideolojidir” dedikleri zaman dinin hükümlerini değiştirebilecekleri gibi İslam’ın ülkenin laiklik görüşünü tehdit ettiğini de iddia edebileceklerdir. Hakeza ülkenin liberal laiklik ideolojisini koruma noktasından hareketle toplumu tehdit eden bir ideoloji olarak İslam’a karşı çıkmak kaçınılmazı olacaktır. İslam’ın bir din olarak tanımlanmasında bir sakınca görmeyen ikinci guruba gelince; aslında birinci guruptan farklı değildir. Zira o da böylece Nasranilik diyanetine tabi olarak İslam dininin bir bütün olarak dinleri kuşatan laiklik manzumesi kapsamında uyarlanması anlamında entegrasyona çağrıda bulunmak için eline bir fırsat geçirmektedir. Böylece onlar nezdinde İslam, sırf birer ibadet ve manevi ayin olarak kalmaktadır. Aslında İslam’ın din veya ideoloji kapsamında tasnif edilmesi ile ilgili bu tartışmayı takip eden akıl sahibi herkes Hollanda’nın içerisine sürüklendiği ve Orta Çağlardaki karanlığa çok benzeyen karanlık geleceği açıkça görebilir. Zira bugünkü yöneticiler, kendi akidelerinden ve görüş açılarından farklı olan akidelere ve bakış açılarına tolerans göstermemektedirler. Bundan dolayı kendilerinden farklı olan kimseleri bitirmek için çalışmaktadırlar. Avrupa, karanlık çağlardan çıkmak için mücadele vermişken bugünkü politikacılar ise onu tekrar bu karanlık çağa geri götürmektedirler. Dolayısıyla aslında bugünkü politikacılar, Orta Çağlardaki tiranların varislerinden öte bir şey değildirler. http://www.hilafet.com/html/bynlr/2010/0207.html
Adınız Soyadınız
E-Posta
Girilecek rakam : 823924
Lütfen yukarıdaki rakamları yazınız.